BÖLÜM.
1
KONU: EMPERYALİST SALDIRININ İDEOLOJİSİ FAŞİZM;
ve
BU FAŞİST –
EMPERYALİST SALDIRIYA KARŞI,
AYDINLANMA
DEVRİMİ
YAPILANLAR,
ENGELLEMELER, ve YAPILMASI
GEREKENLER.
Yönetilmek;
ne hakkı ne
kerameti ne de iffeti olan yaratıklar tarafından izlenmek, soruşturulmak,
gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalara uydurulmak, düzene sokulmak, kapatılmak,
telkinlere ve vaazlara maaruz bırakılmak, denetlenmek, yorumlanmak, değerlendirilmek,
sansüre uğratılmak ve
komuta
edilmektir…
Yönetilmek;
kişinin
her hareketinde, her eyleminde ve yaptığı her işleminde, mimlenmesi,
kaydedilmesi nüfus sayımına tabii tutulması, vergilendirilmesi,
damgalanması, fiyatlandırılması, değerlendirilmesi, patentinin alınması,
yetkilendirilmesi, müsadereye tabi kılınması, tavsiye edilmesi, ikaz edilmesi,
men edilmesi, doğru yola sokulması ve
düzeltilmesi
anlamına gelir.
Hükümet;
haraca
bağlanmak, terbiye edilmek, fidye ödemeye mecbur bırakılmak, sömürülmek,
tekelleştirilmek, gasp edilmek, baskı altına almak, gizemlileştirmek, soyulmak
anlamına gelir;
bütün bunlar
kamu yararı ve halkın çıkarları için yapılır.
Daha sonra;
ilk
direniş belirtisi ya da şikayet sözcüğünde kişi baskı altına alınır, para
cezasına çarptırılır, hor görülür, tedirgin edilir, takip edilir, apar topar
alınıp götürülür, dövülür, boğularak idam edilir, hapse atılır,
vurulur, makineli tüfekle taranır, yargılanır, hüküm giyer, sürgüne
gönderilir, kurban edilir, satılır, ihanete uğrar ve üstüne üstlük bir de küçük
düşürülür, alay edilir, kızdırılır ve onuru kırılır. Hükümet işte budur.
ONUN ADALETİ DE
AHLAKI DA BUDUR !1
***
“Tabi burada hükümeti, devletin somut biçimi olarak
algılamaktayız. Zaten de öyle değil midir.”
Burada devleti başka bir kaynaktan açıklarsak;
“Devlet tarihsel bir olgudur, köleci üretim biçiminin gerçekleşmesiyle ortaya
çıkmıştır. Köle sahipleri kendilerini korumak ve köleleri baskı altında tutmak
için devlet örgütünü kurdular. Devlet , egemen sınıfın bir baskı aracı olma
niteliğini koruyarak gittikçe gelişmiş; ordusu, polisi, adliyesi ve
maliyesiyle geniş kapsamlı bir örgüt olmuştur. Bundan ötürüdür ki bir
dünya toplumunun kurulmasından sonra insanların yönetilmesinin yerini bir
kamusal özyönetim (Fr. Autogestion)’in alacağı varsayılmıştır. Bunun
nasıl gelişeceği elbette şimdiden kestirilemez, çünkü tarihsel süreçte her
zaman yepyeni koşullar kendilerine özgü yepyeni biçimleri de birlikte
getirirler. Geleceğin yönetim biçimini, geleceğin gereksinimleri
belirleyecektir…” 2
Diyalektiği incelemiş filozoflar, tarihçiler ve
iktisatçılar. Kısacası bilim insanları insanlığın çizelgesini şöyle
tanımlar; ilkel toplum düzeninin yerini köleci toplum düzeni,
feodal toplum düzeninin yerini kapitalist toplum düzeni alacaktır ve tüm
bunlar ancak üretim biçimindeki değişiklik ve gelişmeye bağlantılıdır
demektedirlerler.
Tarihçiler ve filozoflar işte tüm bunları açıklarken
hep ama hep devlet tanımına dayanmıştır. Devlet sonsuza dek
sürecektir! Örn: feodal devletten burjuva devletine ondan sonra
proleterya: oysa sermayeyi elinde tutan devlet demek, şiddet demektir.
Esas amaç bu şiddet unsurunu kaldırmak olmalıdır ki sömürü yok olsun ortadan
kalksın.
Bakın devletin tanımını Nietzsche nasıl açıklamıştır; “…Devlet
bütün soğuk canavarların en soğuğudur. Soğuk bir biçimde yalanda söyler;
ağzından şu yalan dökülür: Ben, yani Devlet, halkın ta kendisiyim” Bu bir
yalandır! İnsanları yaratan , onlara inanç ve sevgi veren
yaratıcılardı: Böylece onlar hayata hizmet ettiler. İnsanlara tuzak kuran
yıkıcılar vardır ki onlara devlet denir: ellerinde kılıç, üstlerinde
arzu. Tek bir insanın hala var olduğu yerde, insanlar devleti anlamazlar
ve kötü bir göz, adetlere ve yasalara karşı bir günah olarak görüp ondan nefret
ederler…!3
İşte Nietzsche nin, devlet tanımını bize kısaca böyle
tanımlamıştır.
Toplum düzeni dikkat edilirse, bir olguya
oturtulmuştur. Oda DEVLET!.. Ve devlet var oldukça da sermaye
varlığını sürdürür ve doğal olarak ŞİDDET varlığını sürdürür. Burada
toplum düzeninin ne olduğu o denli önemli değildir. Devletin görevi sömürüyü
küresel olarak sağlamaktır. Sistemler devleti kamuflaj etmek için vardır.
Hangi sistem gelirse gelsin, devlet var oldukça dünya halkları
sömürülecektir.
( peki sermayenin varlığını nasıl
söndürebiliriz bu zamanında ters yapılarak denenmiş ama sermaye öbür tarafa
geçmiş peki küçük bir beyin fırtınasıyla sermayeyi nasıl söndürürüz.
1. Tüm dünya halkına eşit biçimde dağıtırız ,peki ama
tüm dünya halkı eşit midir bu bağlamda dünya malvarlığını kamulaştırırız
ondan sonra var olan kapitali eşit olarak dağıtırız peki ama
mutlaka üretenler olacaktır tüketenlerde bu her iki kesimin aynı oranda kapital
alması adilmidir değildir. Üretenler doğal olarak daha fazla almalıdır. Peki
üretenler var olursa küresel devlet veya ulusal devlete gerek varmıdır tabi ki
yoktur nasıl ki sermayenin devleti yoktur emeğin de devleti yoktur. Ama sermaye
kendi varlığını sürdürebilmek için emeğin dolaşımını engellemektedir. Çünkü
sermayeye ucuz iş-gücü lazımdır.)
Burada devlet yani (sermaye) can cekiştiği zaman, o
hiç sevmediği “halkına” sarılıyor ve ona yine devletin militarilist güçlerini
kullanarak, güya halk hareketi yaptırıyor ve böylece devlet kan değişimi
yapmış oluyor. Ve can çekişmekten kurtuluyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi
bunları yöneten tek şey var SERMAYE. Çünkü sermaye , devlet olmadan
olamaz,devlette halk olmadan olamaz doğal olarak. Sermaye’yi koruyan devlettir.
Devleti yöneten ise sermayedir. Kapitalist , sermaye’ye ayak uydurduğu
sürece hayatını sürdürür. İşte bu sömürüde böyle sürüp gider
Bu arada sermayedarın sermayesi büyür, devletin
toprağı küçülür de bundan nemalananlar nedense toprak baronları, şıhlar ve
onları yönlendiren sermayedarlardır. Devlet, hukuk ve askeriye onlar sayesinde
varlığını sürdürür.
Ama sermaye , paravan veya meta olarak gördüğü halkı
nedense hep göz ardı eder. Devlet vardır var olmasına ama halk olduğu sürece de
devlet vardır. Gerçi devlet olmasa da halk vardır ve devleti var
eden halktır. Dolayısıyla sermaye de , halk’a çok şey
borçludur.
“…Ya Devlet bireyi ve toplumsal hayatı daima ezerek,
insanın etkin olduğu bütün alanları ele geçirerek savaşlara ve iktidar
mücadelelerine , bir tiranın yerini diğerinin aldığı saray darbelerine yol
açacaktır ki bu gelişmenin sonunda kaçınılmaz biçimde… ölüm vardır
Ya da Devletler yıkılacak ve özgür anlaşmayla
bireylerin ve grupların canlı insiyatifini bir ilke olarak benimseyen binlerce
merkez yeniden hayat bulacaktır.
Seçim size kalmış…” 4
***
“…Öte yandan sınıf kuramları da devlete fazla önem
vermemiştir, çünkü iktidarın bölüşümü genellikle işbölümünün bir işlevi olarak
görülür ve burada devlet bir dizi meslek konum içinde
erir. …Marx için devlet, her hangi bir
belirli dönemde egemen sınıfın yürütme kurulundan ibarettir ve öyle olduğu için
de özel bir kuramsal değerlendirme gerektirmez…” 5 Ve yine Karl
Marx için Devlet; “…tipik olarak, sınıflararası uyuşmazlıkların siyasal –
ifadeye kavuştuğu bir arenadır; kesinlikle bu olayların ilk hareket ettiricisi
değil…”6
Biraz daha açarsak; Lenin, Devlet ve Devrim adlı
broşüründe şunları yazmaktadır.
“…Mehring, 1907’de Neue Zeit’ta ..Marks’ın
Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli bir mektuptan parçalar yayınlamıştı.
Bu mektupta, başka bir çok dikkate değer gözlem arasında, şu gözlemde
var: Bana ilişkin olarak, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını ne de
aralarındaki savaşımı bulmuş olma şerefi benimdir. Benden çok önce , burjuva
tarihçiler bu sınıflar savaşımının tarihsel gelişimini betimlemiş ve burjuva
iktisatçılar bunun ekonomik anatomisini dile getirmiş bulunuyorlardı. Benim
yeni olarak yaptığım şey:
1- Sınıfların varlığının , üretimin tarihsel gelişme
evrelerinden (histotische Entwicklungspasen der Produktion) başka bir şeye bağlı
olmadığını;
2- Sınıfların savaşımının zorunlu olarak proletarya
diktatoryasına götürdüğünü,
3-Bu diktotaryanın, kendisinin de bütün sınıfların
ortadan kalmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey
oluşturmadığını tanıtlamak oldu…”
İşte bu da bizi kısaca devletsiz bir topluma
götürecektir. Ama yeni gelen nesil mutlaka ve mutlaka bizi bu çözüme
götürecek direnci yakalamlıdır.
V.İ.Lenin devamla bakın ne demektedir;“…Toplumun bütün
üyeleri veya en azından büyük çoğunluğu devleti kendi başlarına yönetmeyi
öğrendiği, bu işi kendi eline aldığı, önemsiz büyüklükteki kapitalist
azınlıklarını korumak isteyen kibar takımı (gentry) üzerinde ve kapitalizmin
tümüyle yozlaştırdığı işçiler üzerinden denetim kurduğu andan itibaren, her
türlü yönetime ihtiyaç bütünüyle ortadan kalkmaya başlar. DEMOKRASİ NE KADAR
TAMSA, GEREKSİZ OLACAĞI ANDA O ÖLÇÜDE YAKLAŞIR…” 7
Biraz daha açarsak, toplumun bütün üyeleri öyle
bir bilinç aşamasına gelmelidir ki, her türlü sermaye (kapital)
egemenliğine karşı, kendi egemenliğini savunabilsin. Toplumun bütün üyeleri
kendi başlarına , kendilerini yönetebildikleri gibi, toplumsal sorumluluklarını
da bilmelidirler. Ancak öyle olursa kapital sahipleri toplumu denetim
altına alamaz. Tam tersine denetim diye bir şey olmaz. O bilinç , insanlığı
denetlemek gibi bir görev taşımaz. Ama insanlara sorumluluk verdiğinden veya
(insanlar sorumluluk aldığından) denetimde kendiliğinden olur. Yani
insanlar kendilerini oto-kontrolden geçirirler. Başkalarının denetiminden değil.
İşte böyle bilinçli bir toplumda, özgür yurttaşlar
doğar.
Ve işte o zaman devlet kavramı kendiliğinden
kalkacaktır. Çünkü toplum hiçbir şey’e ihtiyaç duymadan kendini idare
edebiliyordur. İşte TAM DEMOKRASİ, TAM ÖZGÜRLÜK
Çiçero şöyle der;
“…Halkın en üst iktidarı elinde bulundurmadığı hiçbir
şehirde özgürlüğe yer yoktur…” 8
Yine Herbert Marcuse’ye bakarsak şöyle
der; “…Bireysel ve toplumsal gereksinimler arasındaki uyumsuzluk ve
bireylerin içlerinde kendileri için çalıştıkları ve kendileri için konuştukları
temsil edici kurumların yoksunluğu (sömürüye) , Ulus , Anayasa, Şirket,
Kilise, gibi evrensellerin olgusallığına götürmektedir…”
9 demektedir.
Neitzsche ise bize neleri anlatıyor bir
bir
“…Şu luzumsuzlara bakın hele! Mucitlerin eserlerini ve
bilginin hazinelerini çalarlar: Kültür derler çaldıklarına, her şeyi hastalık
ve felakete dönüştürürler.
Şu lüzumsuzlara bakın hele! Hep hastadır onlar, kendi
safralarını kusarlar ve gazete derler ona. Birbirlerini parçalayıp yutarlar ve
kendilerini bile sindiremezler.
Şu lüzumsuzlara bakın hele! Servet edinir ve
edindikleri servetle kendilerini daha da yoksullaştırırlar. Gücü , özellikle
gücün kaldıracını, bol parayı isterler, bu güçsüz insanlar!
Şu tırmanışlara şu çevik maymunlara bir bakın!
Birbirlerinin üstüne tırmanıyor, nasıl da çamurların ve uçurumların içinde
debelenip duruyorlar.
Hepsi de tahta ulaşmak için çırpınıyorlar;
“SANKİ
MUTLULUK
O TAHTIN ÜZERİNDE OTURUYORMUŞ GİBİ,
ÇILGINA
DÖNMÜŞLER!
OYSA ÇOĞU
KEZ PİSLİKTİR TAHTIN ÜZERİNDE OTURAN
ve
PİSLİĞİN ÜZERİNDE OTURANDA
TAHT…”10
****
Şimdiye dek her şeyin insanda yani insanın emeğinde olduğunu, insan
emeğinin sömürüldüğünü , hep bilim adamlarının sözleriyle bu sömürüyü
anlatmaya çalıştık.
İsterseniz bir de bunu bir mitolojiyle anlatmaya
çalışalım. Bu mitoloji İran mitosu şöyle başlar;
“…BİR GÜN KUŞLAR İMPARATORLARINI ARARLAR. BUNU DUYAN
HÜTHÜT KUŞU HEMEN ATILIR VE ŞÖYLE DER! SİZİN ZATEN BİR İMPARATORUNUZ VAR.
İMPARATORUNUZUN İSMİ SMURG’DUR, O SİZE SİZDEN YAKIN AMA SİZ ONA UZAKSINIZ.
BUNU DUYAN 300 KUŞ ŞAŞIRIR, HÜTHÜT KUŞU KUŞLARIN
ŞAŞIRMALARINDAN YARARLANARAK DEVAM EDER KONUŞMASINA VE HADİ SİZİ ORAYA
GÖTÜREYİM DER, İMPARATORUNUZ KAF DAĞINDA OTURUR. FAKAT YOL UZUN VE ÇETİNDİR
BİRAZ UĞRAŞTIKTAN SONRA KUŞLARI İKNA EDER HÜTHÜT KUŞU. VE FAKAT YOLDA KUŞLAR
YORULUR, KENDİLERİNİ TEMSİLEN 30 KUŞ SEÇERLER VE KAF DAĞINA YOLLARLAR
SONUÇTA KAF DAĞINA VARIRLAR. SARAYDAN İÇERİYE GİRDİKLERİNDE ORADAKİ NEDİMELER
ONLARA 30 TANE TAHTA OTURTUR VE NEDİMELER KUŞLARIN ELLERİNE BİRER KAĞIT
TUTUŞTURUR.
BİR SÜRE SONRA ARKADAN SMURGGG GELİYOR DİYE BİR SES
DUYULUR. BU SESİ DUYAN KUŞLAR BAŞLARINI KALDIRDIKLARINDA AYNA GÖRÜRLER
KARŞILARINDA !!!!....” 11
İşte burada da her şeyin kişi de yani insan da
bittiği zaten söz edilmiyor mu. Kişisel özgürlüğün olmadığı, dış güçlerin iç
güçlerle anlaşarak insanları veya kuşları ezdiği bir ortamda kuşlar nasıl rahat
uçabilir ki. Veya insanlar nasıl rahat davranabilir ki. Ancak ve ancak
insanlar kendilerine yani iç aynasına baktıkları vakit adil davranacaklardır.
Bu da karşıdaki insanları kendi yerlerine koymakla olanaklıdır
(FAŞİZM) II
“…İşbölümü hayatlarını sürdürmeleri için damgalamak anlamına gelir.
Bazıları , fabrikalarda halat örer, bazıları bir iş yerinde
ustabaşıdır, bazıları bir maden ocağının belirli bir
bölümünde dev kömür sepetlerini iter; ancak hiçbiri ne içinde yer aldıkları
mekanizma , ne de çalıştıkları maden ocağı hakkında bütünlüklü bir fikre
sahiptir. Ve bu durum çalışma aşkını tahrip eder, icat etme yeteneğini
köreltir…”
Pierre Joseph Kropotkin ,Anarşizmin Tarihi, syf 464
|
Peki bu nasıl olacaktır, yani insanlar kendi iç
aynasına nasıl bakabileceklerdir!..
İşte bunu engelleyen ve insanların iç aynalarını yani
iç huzurlarını ortadan kaldıran, insanların kendi kendilerine ve diğer
insanlarla savaşım vermesini sağlayan sistemleri ortadan kaldırarak
olacaktır.
Bu sisteme kısaca Faşizm diyoruz.
Bu yazımızın ilerisinde emperyalizme göz atacağız. Ama
oraya geçmeden önce belirttiğimiz gibi ilk önce yani emperyalizmden
örnekler, çeşitlemeler vermeden önce emperyalist devletler veya dünya
devleti (sermaye) hangi sistemi , nasıl kullanır ilk olarak bir ona göz
atacağız ki iç aynamızı görebilelim.
Faşizmi açarsak; Faşizm : “…finans kapitalin en
gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.
Faşizmin en gerici türü, Alman tipi faşizmdir. Alman
faşizmi, sosyalizm ile hiçbir ortak yanı olmadığı halde , kendisine
nasyonal sosyalist adını verecek kadar yüzsüzdür…Alman faşizmi, uluslar
arası karşı devrimin hücum kıtası , emperyalist savaşın baş kışkırtıcısı
ve bütün dünya emekçilerinin büyük anayurdu Sovyetler Birliği’ne karşı
haçlı seferinin başlatıcısı rolünü oynamaktadır….”
son olarak “…Faşizm iktidara gelmesi , bir burjuva
hükümetinin yerini bir diğerinin alması gibi basit bir olay
değildir. Aksine burjvazinin, sınıf hakimiyetinin bir devlet biçimi olan
burjuva demokrasisinin , başka bir devlet biçimi ile , yani burjuvazininin açık
terörcü diktatörlüğü ile değiştirilmesidir…”12
İşte emperyalizmin en çok yararlandığı ideololi veya
sistem: Faşizm’dir.
Aşağıda başka kaynaklardan örneklerde sunacağım.
“…Faşizm çok amaçlı bir terim haline
gelmiştir; çünkü faşist bir sistemin bir veya daha fazla özelliğini
tasfiye etseniz yine faşist olarak tanınabilir. Faşizmden emperyalizm
öğesini çıkarın, geriye Franko ile Salazar kalacaktır.
Sömürgeciliği de çıkarın, yine de geriye Ustaşların Balkan Faşizmi
kalacaktır…” Devamla
l-“…Ur Faşizmi’in (sonsuz Faşizm) ilk özelliği,
gelenek kültüdür. Doğal ki, gelenekçilik, faşizmden çok daha eskidir.
Fransız Devriminden sonraki karşı- devrim Katolik bir
özelliği olduğu gibi, klasik Grek akılcılığına bir tepki olarak
Helenistik dönemin sonlarında doğmuştur. Akdeniz çevresindeki değişik
(çoğu Romalıların Prnteon’una hoşgörüyle kabul edilen) dinlere
mensup halklar, insanlık tarihinin şafağında algılanan bir Tanrısal
ilhamı düşlemeye başlamışlardı. Gelenekçilerin mistisizminde, bu vahyin uzun
bir süre unutulmuş dillerin örtüsüz altında Mısır hiyerogreflerinde ,
Kelt harabelerinde, Asya’nın az tanınan dinlerinin parşomenlerinde saklı
kaldığı varsayılıyordu…” 13
Aslında faşizmi en iyi anlatan ve değerlendiren,
günümüze dekte güncelliği koruyan ünlü şairimiz Nazım Hikmet RAN’dır.
Bu şiirde şairimiz, bütün dünya çapında ham
emperyalistlerin insanları katlettikleri hem de buna karşı büyük bir
direnç örneğinin nasıl verildiği betimlenmektedir.
İZMİR’DEN AKDENİZ’E DÖKÜLEN ve YAKINDA BOMBAYDAN HİNT DENİZİ’NE DÖKÜLECEK
OLAN EMPERYALİZMİN ŞARKI SARAN DUVARI HAKKINDA YAZILMIŞTIR.
“…Karataştan
çerçeveye gömülen,
Güneşi parça
parça bölen
demir parmaklık
Dayadım
alnımı
demirparmaklığa;
parmaklık
alnıma
gömüldü.
Kemikli geniş
alnımı parça parça böldü.
Alnım:
parmaklığa dayalı.
Yüzüm
Kana boyalı.
Bu kan benim
kanım.
Eşyayı bu
kanla görüyor gözüm.
Kara taştan
çerçeveyle gömülen
Güneşi
çerçeveyle bölen
demir par-mak-lık
Orda;
o duvarda,
o duvarın dibinde
bizimkilerin bağlandı kolları,
O duvarı
bizim için yaptılar…
O duvar
Darağaçlarının
sabunlu ipi
gibi
parlıyor.
O duvar;
o duvarda keskinliği var
taze kanlı etleri parçalayan
yosunlu, ıslak
dişlerin…
O duvar;
gözleri afyon dumanlı keşişlerin
bellerindeki kara kuşak gibi sarılmış
kürenin
gırtlağına!...
O duvarın ilk
temel taşı,
emperyalizmin ilk adımından geliyor.
O duvarın
dibinde
bizimkilerin
Eyfeller gibi kemikleri yükseliyor.
O duvarın bir
ucu:
Tahta
tabanlı sarı Çin’de
öbür ucu:
çelikleri elektrikli Newyork’un içinde.
Her
bankada hisse senetleri var
onun.
O
duvar
Lortlar kamarında Lort Gurzon’un
noktaları imparator armalı bir nutku gibi geçiyor.
Eyfel’in
tepesinde avlarını seçiyor,
dayanarak hindenburg’unaltın çivili heykeline
topluyor Berlin sokaklarını eline.
O
duvarın taşlarına sürterek dilini
kara gömlekli Musollini
bekliyor nöbet.
İtalya’nın
çizmesi
yüzüyor kanda!..
O duvar
İkinci bir
balkan gibi yükseliyor balkan’da.
O
duvar.
O
duvar o duvar…
O duvarın dibinde
Bizimkiler kurşunlanıyor!…
O duvar
kadar
uzun bir destanı var,
o duvarın dibindeki her karış yerin.
O
duvarın dibinde ölenlerin
koparıyorlar erkeklikliklerini,
gençlik aşısı yapmak için
milyonerlerin
kibrit çöpünden iskeletlerine!
Milyonerler
gömülüp orospuların etlerine:
bir radyo – konser gibi dinliyorlar:
o duvarın
dibinde verilen
kurşun sesiyle
yere serilen
idam emirlerini…
O duvar ,
o duvarın
dibinde seferberlik var
1914’den
daha büyük .
daha mel’un
bir seferberlik.
Karanlıklar
güneş altında nasıl çıkarsa bir deliğe,
koşuyor emperyalistler
bu seferberliğe:
Britanya
dretnotlarının Cemiyeti Akvamı,
Beyaz eldivenleri barut kokan diplomat,
Çürümüş insan eti müstahsil
Emperyalist Jeneral,
II.nci
Enternasyonal;
zehirli çiçeklerini toplamak için
din’in
toprağını
gübreleyen kazan,
eserlerini banknotlara yazan
filazof,
permanganatın
aşlı şair
ölüm şuaı
kimyager,
hepsi seferber,
seferber
o
duvarın
bayrağı altında…
O duvar.
O duvar o
duvar…
O duvarın dibinde
Bizimkiler kurşunlanıyor!…
CEVAP
..O duvar.
o duvarınız ,
vız geliz bize vız!...
Bizim
kuvvetimizdeki hız,
Ne bir din
adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir
hülyanın gönlü yakışındandır .
O yalnız
Tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı
koyanlar,
karşı koymuş demektir:
Maddede
hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezeli kanunlarına.
Sükun yok,
hareket var
bugün yarına çıkar
yarın bugünü yıkar
ve bu durmadan akar
akar
akar.
Biz bugünün
kahramanı,
yarının
münadisiyiz.
Bu durmadan
akan,
yıkıp yapan
akışın
çizgilenmiş sesiyiz.
Biz,
adımlarını tarihin akışına uyduran
temelleri çökan emperyalizme vuran,
yarını kuran-
larız.
O duvar.
o duvarınız ,
vız geliz bize vız!... 14
BÖLÜM III
“…Sosyal ve siyasal gelişme, ideolojik mücadeleye de
yansıyordu: Düşünce yaşamında büyük bir uyanış vardı; bir yığın düşünür
eserlerinde felsefenin, sosyolojinin sanatın ve daha nice
alanın en yakıcı sorularını dile getiriyorlardı. İşte , bu
yüzdendirki, XVIII. Yy Fransa’da , “Aydınlıklar Yüzyılı” diye anılır; o dönemin
yazarlarına da “Aydınlıkçılar” denir.
Neydi yaptıkları onların?..
…Engels’in bir değerlendirmesi var ki, pek güzel
anlatır onların etkinliğini; “Din, doğa anlayışı, toplum, devlet örgütü herşey
en acımasız bir eleştirinin konusu oldu ; herşey aklın
mahkemesi önünde kendini savunmak zorunda kaldı ya da mahkum oldu…”15
İşte Avrupadaki ileri akım yada akımlar
aydınlanmayı böyle gerçekleştirmişti. Gerçi , gerçekleştirmesine
gerçekleştirmişti ama özellikle bir olguya çok şey
borçluydular. Nasıl ki , kendi tarihinde tarihine, sanatına, edebiyatına
vs, iç savaşlarına borçluysalar gelişmelerini , doğal olarak
iktisaden de , yani ekonomik olarak gelişirkende sömürdükleri ülkelere de çok
şey borçlulardı.
Aslında Avrupadaki her ileri adım , bu devrim bile
olsa sömürülen devletlerin üstüne basılarak yapılmıştır. Aslında sadece avrupa
değil dünyada yapılan desek daha doğru olur. Evet dünyada yapılan her
ileri akım devrim niteliği taşır, ama arkasında sömürülen devletler çoğunluğu
vardır. Felsefe , bilim, ve ekonomi güya özgür toplumlarda gelişmiştir
ama özgür toplumlarda , ezilen toplumları ezerek gelişmiştir.
Çünkü daha önce gelişen toplumlar
(sömüren) aynı zamanda yönetendir. Ama gelişmemiş , az gelişmiş
toplumlar (sömürülen) olduğundan yönetmeyi daha sıkı kontrol etmelidir.
Demokrasi anlayışı gelişmiş toplumlarda farklı , gelişmemiş toplumlarda farklı
olabilir.
Çünkü ne denli demokrasi olursa devrimci batı veya
doğu tarafından sömürülme olasılığı o denli artar. Çünkü bu demokrasi
sermayenin kendini demir pençelerini örtmek için üretmiş olduğu
sahte bir demokrasidir. Kısaca zaten insanlar demokraside
yaşamamaktadırlar. Sadece demokrasi de yaşadıklarını zannetiklerini
zannediyorlar?..
“…Ulus toplum aynı zamanda yöneten olursa ki onunda
şartlarını yukarıda saydım kısmen, bilgi birikiminden dolayı
teknolojiyi üretir ve diğer devletleri de teknolojisiyle alt
eder. Ama teknolojisi olmayan bir sömürülen , ezilen bir ulus toplum aç kalmaya
mahkumdur”. Onun içindir ki, sömürülen ulus toplumda teknoloji üretene dek,
içine kapanmak ve kendi emeği ve bilimine güvenerek teknolojiler üretmek
zorundadır. Bunu yaparken de dışarıya açılmamalıdır. Dışarıya açılmak
demek sömürülmek demektir. Dışarıdan teknoloji almamalıdır. Yok olmaya
mahkumdurlar Kendi bilim adamlarına ve emekçilerine güvenmeyen
ulus devletler yok olmaya mahkumdurlar.
Peki o zaman ezilen devletlerde devrim olur mu ?
veya nasıl oldu. Hemde 4 tane Çin, Rusya, Hindistan, Türkiye
aslında türkiyeyi pek saymayabiliriz. Bu 4 tane devletin özelliği de , o
yıllarda hep tek liderle yönetiliyor olmasıydı. Gerçi sorumuzu şöyle de
sorabilirdik. Teorik’te , batının ürettiği ve batı ülkelerinde
olacağı beklenen patlamalar veya sıçramalar, doğu veya ezilen ülkelerde ve
halklarında nasıl gerçekleşti.
Yoksa gelişmiş ülkelerde üretilen devrimler diğer
ülkelere ihraç mı ediliyordu. O yıllarda ve hala , kısaca ezilen ülkelerdeki
devrimler yapay devrimler mi oluyor. Çünkü bilim , iktisat, teknoloji ve
diğer devrime dair her şey yönetene ait. Tabi ki hayır.
Emperyallist batıda düşün insanları devrimi
ateşlerken, öbür yandan batı kapitalizmi doğu ülkelerini sömürge altına
almışlar ve almaya başlamışlardı da ondan.
Kısaca bir başkaldırı vardı ortada.
Bu bağlamda Batı da:
Feodal Beyliğin çöküşüyle başlayan süreç, daha sonra toprak kölelerinin
(serflerin) kendi özgürlüklerini parayla satın almalarını sağladı. Ve böylece
yeni bir sınıf doğdu. Burjuva sınıfı.
Aslına bakarsanız burada bir devrimden çok, bir devir söz konusuydu. Ama bu
devir de parsayı en iyi bir biçimde topladıktan sonra nasıl devredebilirim
düşüncesi, beylerin benliğine yer etmişti. Çünkü onlar, yüzıllar boyu öyle
yapıyorlardı. Bunu bilen ezilen sınıf da (serflerde) yani toprak köleleride,
beylerin esaretlerinin altına nasıl girdilerse, kendi özgürlüklerini yine öyle
kazanacaklarını çok iyi anlamışlardı, tabii ki PARAYLA.
Işte tarih’te meydana gelen bu sınıfsal olaylarla bir çok filozof, bilim
adamı, düşünür ve iktisatçı ilgilenmiş, ve böylece zaten sınıfların bir
çatışması olan bu oluşum, kuramcılarını da beraberinde getirmiştir.
Liberal ve Sosyalist kuramcılar gibi.
Bu sınıfların oluşmasıyla başlayan iktisadi gelişme, beraberinde sömürülen
işçilerin ve köylülerin (sosyal gelişmeyi), kısaca emeği ile çalışan insanların
sosyal haklarını elde etmesini arkasından getirecektir.
Daha sonra, “...Burjuvazinin
her gelişme aşamasında, bu sınıfın1 buna
tekabül eden bir siyasal ilerlemesi eşlik etti. Feodal soyluluğun egemenliği
altında ezilen bir sınıf, ortaçağ komününde* silahlı ve kendi kendini yöneten
bir topluluk olan; şurada bağımsız kentsel cumhuriyet (İtalya ve Almanya'da
olduğu gibi), burada monarşinin vergi yükümlüsü" üçüncü katman" olan
( Fransa'da olduğu gibi), daha sonraları, asıl manüfaktür döneminde, soyluluğa
karşı bir denge unsuru olarak ya yarı-feodallere ya da mutlak monarşiye hizmet
eden ve aslında, genel olarak büyük monarşilerin temel taşı olan burjuvazi, en
sonunda, modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana, modern
temsili devlette siyasal egemenliği tamamı ile ele geçirdi. Modern
devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka
bir şey değildir...”16
Bir yandan, haklar ve
özgürlükler anlayışıyla yola çıkan sosyalist anlayış ve sisteme karşı
alternetifler sunan bir öz-yönetim güçlenmekte.∞ Diğer yandan düzenden faydalanan
kapitalist sistem, gelişmiş ekonomisini daha da geliştirmek için başka başka
diyarlar araştırmaktadır. Ortada ise sosyal demokrasinin, sistem içinde var olacağı
tartışmaları Avrupa’ya yeni bir ivme kazandırmıştır.
Doğaldır ki, Kapitalist
gelişme sermaye’yi elinde tutanlarla, sermaye’yi elinde tutmayanların bir
çelişkisidir. İnsanlar sermaye’yi elinde tutabilmek için her türlü yola
başvurmuş ve başvurmaktadır. Bu yolun ahlaki olması gerekmez. Şimdiye dek
insanlık bunun için her türlü maddi ve manevi olguları
kullanmıştır.
Önemli olan
burada sermaye’yi ele geçirmektir. Ama güler yüzle ve yahut sopayı göstererek.
Burada güler yüz; barış adına, dostluk adına, yapılan işlemler olup daha sonra,
kuşatma işlemi başlar. Ardından o ülkelerin zengin kaynaklarını ele geçirmek de
zaten mübah’tır.
Ne yazık ki,
sistem olayın daha sonrasını kendi yetiştirdikleri bilim adamlarına bırakır.
Onlarda sistemin veya emperyalizmin katlettiği insanlara. ilaç, yardım
malzemeleri, vs. götürmek için, kurumlar kurarlar. Ama sistemin içinde
oldukları için, sanki her şey planlanmış gibidir.
Yani biri
ezerken, biri de arta kalan yaralı garibanları, başka başka savaşlarda kullanmak
için iyileştirir. Kim bilir belki de onları başka başka ülkeleri kuşatmak için
ileride görevlendireceklerdir. Zaten ezilen devletlerin halkları, ezen
devletler tarafından birer lejyoner17 (paralı asker-er)
olarak kullanılmıyor mu ?..
“...Kapitalist
gelişme ile azgelişmişlik, aynı tarihsel sürecin iki yanıdır. Bu nedenle az
gelişmişliğin tarihi, kapitalizmin tarihiyle özdeştir. Başka ifade ile,
kapitalizm geliştikçe az-gelişmişlik de oluşmuş ve “gelişmiş”tir. Bir
bakıma, insanlık tarihinin yaklaşık son beşyüzyılı, kapitalizmin ve
kapitalist azgelişmişliğin evriminin tarihidir. Ekonomik sömürünün
sürekliliğini sağlamak için her aşamaya “uygun” düşen ideolojik
destekler gerekliydi. Bu amaçla sömürgeleştirilen halkların bilincinin
çarpıtılıp, kültürel kimliklerinin yok edilmesi için sürekli çaba harcandı.
Sömürgeci ülkeler, zenginliklerini talan, kültürlerini tahrip ettikleri
halklara önceleri “vahşi” diyorlardı...
...Batı
Avrupalı, “uygar”, dünyanın diğer yerlerindeki halkları “vahşi” sayıldığına
göre, bu durum Avrupalıya önemli bir misyon yüklüyordu. Avrupa dışındaki
“vahşileri” UYGARLAŞTIRMAK!..
...Başlangıçta “vahşi”
ya da “barbar” sayılan sömürgeleştirilmiş toplumlara, daha
sonraları “geri”,“az gelişmiş” vb. dendi. Şimdilerde kalkınma
yolundaki ülkeler deniyor. Sömürgeci yöneticiler başlangıçta
uygarlaştırılıyordu, bu günün uzmanları da “kalkındırıyorlar”. Eskiden nasıl
uygarlaşacakları öğretilenlere şimdilerde nasıl kalkınacakları öğretiliyor. Bu
amaç için oluşturulmuş örgütleri, yetişkin “UZMANLARI VAR!...” 18
Sözde bu
uygar ulusların; başka bir amacı da, yöneteceği devletlerin geleneklerine bağlı
kalmasını sağlamaktır. Bunun için yönettiği ülkelerde bilimsel olmayan bir
eğitim sistemini getirmek ve teknolojisi olmayan bir sağlık sistemini
sağlamaktır. Yani bir yanda kul anlayışlı beyinler, öbür yanda hastalıklı
vücutlar, emperyalizmin birinci ödevidir. Emperyalizmin bir başka ödevi de, az
önce bahsettiğimiz uzmanları, sömüreceği devletlerin başına getirmek olur.
Onlar bize,
tıpkı bizim de inandığımız gibi, cinlerle, perilerle, iyileşeceğimizi
düşündürtürler. Ve hatta sırf bunun için, koskoca film sanayileri bile
kurarlar!..
Evet onlar
bize emrediyorlar ki; bu düzen değişemez, değişmesin, değişmemeli! Ama kim bunu
diyor? İşte sorulması gereken soru bu. Yıllardan beri, din adına, örf adına,
adet adına, ezilen halklar bilin ki bunu istemiyor!.
Bunu isteyen emperyalist güçler, zayıf olan, ezilen
devletleri daha rahat kontrol etmek için, sömürebilmek için, din adına, örf
adına, adet adına, diyerek o devletlerin sermayelerini daha rahat
kullanmaktadırlar. O olmazsa, paylaşım savaşı başlar.
Ve ülkenin
başına da kukla bir rejim kor. Dış güçler, bu adetleri destekler, Adetler de,
bu rejimleri. Böylece bilimsel eğitim zedelenir. Çünkü dış güçler
insanlarımızın bilimselleşme- sini istemez. Ve bu böyle akıp sürer,
insanlarımızı birileri, birilerine, sermaye adına, kapital adına, karanlığa
sürükler. Ama bunu sermaye yaparken yalan söyler.Ve (adet) adına vs. yaptığını
söyler. Çünkü kukla yönetimi, bunu istiyordur.
Diyorlar
ki; “..Bu düzene dokunulmaz, bu düzen atalarımızdan kalmıştır. Bu
düzeni yıkmak, değiştirmek istemek, milletimizin değer hükümlerini,
inançlarını, örf ve ananelerini ortadan kaldırmak demektir...” 19
Ama birileri
atalarımızdan kalan topraklarımızı, yine birilerine güya örf ve adet adına
emperyalistlere satmaya kalkışmışlardı ve hala bunu yapmaya çalışanlar
olacaktır.
Size hemen
burada bir örnek gösterebilirim; “...Abdülhamit, yalnız Sultan ve Halife
değil aynı zamanda bir iş adamı ve milyarderdir. Siyonist lider Dr. Herzl ile
giriştiği pazarlık, başarısızlıkla sonuçlanmış bile olsa onun iş adamlığı
hakkında bir fikir verecek niteliktedir. Herzl, hatıralarında olayı uzun
uzun anlatır...” 20
Acaba bugün
kendini iş adamı sanan bir liderimiz var mıdır? Hiç sanmıyorum.
Eğer
istenilen miktar verilseydi şu an Filistin’i, Abdülhamit Sultan daha o
zamanlar, Siyonistlere Osmanlı Bankası ile beraber satacaktı. Bu da gelenek ve
göreneklerimizin ne denli sağlam olmadığını bize göstermektedir. Zaten onun
içindir ki, bu gibi gelenek ve göreneklerin de değişime ihtiyacı var olup,
Atatürk gibi ileri görüşlü kişiler kendilerini toplum için feda edebilmiştir.
İşte Mustafa
Kemal’de bu sözde uygar olan sömürgecilere karşı 1919’da Samsun’a çıkmış,
sırtını halkına dayamış ve emperyalistleri, geldikleri gibi geri yollamasını
bilmişti.
Bakın bu alttaki yazı, şu anki halimize ne denli
benziyor! Oysa 1930'larda Kadro hareketi olduğu zamanlar Şevket Süreyya
Aydemir, Osmanlı’nın durumunu belirtmek için
yazmıştı.
"...Özgürlüğü olmayan ülke, bütün emeğini
..yarattığı hemen bütün değerleri, bütünü ile yabancı efendisine kaptırıyordu.
Bu alın teri ürününden, vergiler şeklinde devlet hazinesine akacak değerlerin
çoğu da, devletin borçları, faizleri ve kurulan yeni saraylara, bu saraylar
etrafında çöreklenen bir avuç, saray uşaklarının eğlenceye düşkünlüğü için akıp
gidiyordu...
...Özgürlüğü olmayan ülkede, sermaye birikmesi
olmayacaktı. Yalnız bu yabancı ülkelerle, vatan toprakları arasında ve başlıca
olarak limanlarda, yeni ve her türlü ülkede de azınlıklardan olan bir aracı
grubu kompradorlar türüyordu... Ama onların bu yağmaları, hiçbir zaman ekonomi
alanına akmayacaktı..
...Ulusal sermayenin olmadığı, olamadığı, yarı
feodal bir Asya düzeni altında idare edilenlerin, ekonomik olarak, esir
oldukları bir memlekette ise, Batı anlamı ile 'sınıflardan' ve sermaye
hareketlerinden elbette ki söz edemezsiniz. Bu gibi ülkelerde yalnız, içten ve
dıştan sömürülen bir halkla, vatan toprağına ancak kazançları ile bağlı, yani
vatansızlar vardır...
...Ekonomik olarak köleleştirilmiş bir ülke de, hiç
bir reform söz konusu olamaz. Çünkü köklü reformlar için, ekonomik olarak köle
olamayan ve siyasetten felce uğramamış bir memleket düzeni şarttır. Yani bu
ülkenin her şeyden evvel, iç ve dış efendilerine karşı isyanı lazımdır...” 21
Ama aynı
oyunu yine yaşamaya başlamadık mı?.. Ve emperyalistler bu kez bizi ekonomik
olarak kuşatma altına almıyor mu?.. Yani bu kez Duyun-u Umumiye gibi kurumları
görme- den, ekonomik bağımsızlık elden gidiyor ve daha sonra da devletin
yardımı ile de yasal olarak borsa aracılığı ile insanların paraları borsaya
yatırılıyor, oradan da dünya şirketlerinin görün- meyen karanlık ellerine
geçiyor.
Güya burada
parası olan zavallı yerli yatırımcılarda onların birer ortağı oluyor ve
böylece, Ulusal Devletini unutan, küresel bankalarda parasını nasıl alacağının
derdine düşüyor. Ve kendi devletinin efendisi olacağına, yabancılarının uşağı
olmaktan çekinmiyor.
İşte bu
aşamada bizim yapmamız gereken olgu, yukarı da belirtildiği gibi, efendilere
karşı ekonomik ve siyasal isyandır ama ilk önce ekonomik.
Ama emperyalistlerin teknolojileri vardı. Ve bundan yararlanarak
uygarlıklarını (teknolojileri- ni) diğer kolonilerde* sömürüye
çeviriyorladı. Emperyalizme küresel anlamda baktıktan son- ra, ayrıca insanlık
tarihinin yaklaşık son beş yüzyılı kapitalizmin ve kapitalist az gelişmişliğin
evriminin tarihi olduğunu bilerek, ulusal anlamda sömürünün bize ne ifade ettiğini mutlaka
anlamamız gerekmektedir. Yoksa sonumuz yok olmaktır.
1923 "Aydınlanma Devrimini daha iyi anlayabilmek için ilk önce,
Osmanlı Devletine bakmamız gerekmektedir;
“..Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk, Birinci Dünya Savaşı’nda
yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir “ateşkes
anlaşması” imzalamış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve
yoksul bir durumda, Ulusu ve yurdu Birinci Dünya Savaşına sürükleyenler, kendi
başlarının kaygısına düşerek, yurTtan kaçmışlar.. Padişah ve Halife olan
Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu
alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet,
güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte
kendilerini koruyabilecek her hangi bir duruma razı...” 22
Ve bu çürümüşlüğü daha önceleri tespit eden Mustafa Kemal, kendisi ile birlikte olan komutanları arkasına alarak, ilk iş olarak emperyalistlerle işbirliği yapan, despotik rejimi, yani Saltanat ve Hilafeti kovarak, yeni bir Devlet, yeni bir Cumhuriyet, yeni bir rejim, kurmuş ve ilk işi halkın egemenliğini, yine halk’a bırakmak olmuştur.
Cumhuriyet bir devlet şekli. Bir devlet şekli de. Peki ama Devlet ne?
Kanımca Cumhuriyeti daha iyi anlayabilmek için, ilk önce devletin ne olduğunu
bilmemiz gerekmektedir ki, devletin ne olduğunu bilen bilinçli yurttaş,
cumhuriyetine de daha çok sahip çıkabilsin.
İşte burjuvanın oluşu ile başlayan, daha sonra 'Rönesans' akımının öncüsü
olan bu grubun düşünürleri, bizlere devletin bir 'toplumsal sözleşme' ile
oluştuğunu göstermekte- dir. Toplumsal Sözleşme düşüncesi,
tarihte ilk kez Plato'ya dek gitmekle birlikte, sistematik olarak Aydınlanma
düşünürleri tarafından ortaya atılmıştır.
Locke, Rousseau ve Montesquieu gibi çağların ünlü düşünürleri 'sözleşme'
teorileri ile hep toplum ve bireyle devletin ilişkilerinin ne olması
gerektiğini göstermeye çalışmışlardır. Bu üç düşünürden biri olan Rousseau’nun
yazmayı tasarladığı baş yapıtına bir bakarsak ki, bu eserin, Rousseau yalnızca
bir bölümünü yayımlaya bilmiştir. O da Birinci bölümdür:
Birinci bölüm herkesin bildiği
sözcüklerle başlar;
“...İNSAN ÖZGÜR DOĞMUŞTUR;
ve HER YERDE ZİNCİRLER .
İÇİNDEDİR..”
4 BÖLÜM
“Rousseau’nun daha önemli yazılarında olduğu gibi bunda’da uygarlık
felaket, doğal durum nimettir.
DOĞAL DURUMLARINDA SAHİP OLDUKLARI ÖZGÜRLÜĞÜ, İNSANLAR NASIL OLURDA
YÖNETİMLE GÜVENCELEYEBİLİRLER..
Bir noktada yaşamın korunmasına yönelik engeller, bunları alt etmeye
yönelik kaynaklardan daha büyük olur. O zaman insanlar birbirleriyle
sözleşmeler yaparlar, kollektif bir yapı oluşturarak bu sözleşmeden birlik ve
ortak kimlik edinirler. Sözleşmede vaz geçmiş göründükleri şeyi, değiş -
tokuşla yeniden kazanırlar. Rousseau’nun altını çizerek belirttiği gibi,“Her birimiz kendi şahsını ve ortak olduğu tüm
gücünü genel iradenin yüksek yönetimine terk eder ve ortak kimliğimizle her
üyeyi bütünün ayrılmaz bir parçası olarak görür .” 23
İşte Jakobenler aydınlanma çağında başlayan toplumsal sözleşme
teorilerinden etkilenerek Rousseau’yu, bir tür ideolojik öncüleri olarak
görürler;
Mably ise Yurttaş Hakları ve Görevleri adlı eserinde (1789) şöyle yazacaktır:“...toplum kangrene uğrayıp yok olma ve – açık söylemek gerekirse- despotluk altında ölüp gitme tehlikesiyle yüz yüze geldiğinde, İÇ SAVAŞ BİR KURTULUŞTUR ... ” 24
Bir ideolog olan Nicolas de Bonneville ise toprakların eşitçe işletilmesi ile ilgili şöyle yazar: “...Her insanın toprak hakkı vardır ve geçimini sağlayacak ölçüde bir toprağın mülkiyeti onun olmalıdır; o toprağın mülkiyetini çalışma ile elde eder ve payı, başkalarının eşit hakları ile sınırlı olmalıdır..."25
İşte bu düşünürler sayesinde Fransa tıpkı
Amerika gibi İngiltere gibi kendi halklarına yurtaşlık evrensel
beyannamesi hazırlamıştır. Bu beyanname de Fransız halkının özgürlüğü söz
konusu- dur. Ve başa geçenler özgürlük için bir bedel verileceğini çok iyi
bilmektedirler.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kısaca
şöyledir:
İNSAN
HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,
İnsanlık topluluğunun bütün bireyleriyle kuruluşlarının bu Bildirgeyi her
zaman göz önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere
saygıyı geliştirmeye, giderek artan ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye
devletlerin halkları ve gerekse bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler
halkları arasında bu hakların dünyaca etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını
sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak ideal
ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder.
Madde 1-Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı
kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş,
ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım
gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün
özgürlüklerden yararlanabilir.
Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya
da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse
hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya
uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.
Madde3 -Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve
köle ticareti her türlü biçimde yasaktır.
Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur
kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.
Madde 6- Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması
hakkı vardır.
Madde 7- Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın
korunmasından eşit olarak yarar- lanma hakkına sahiptir. Herkesin bu Bildirgeye
aykırı her türlü ayrım gözetici işleme karşı ve böyle işlemler için yapılacak
her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır.
Madde 8- Herkesin anayasa yada yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen
eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna
başvurma hakkı vardır.
Madde 9- Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün
edilemez.
Madde 10- Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç
yüklenirken, tam bir şekilde dava sının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır.
Madde 11
1. Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için
gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre
suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz sayılır.
2. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal yada uluslararası hukuka göre
bir suç oluşturmayan herhangi bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu sayılamaz.
Kimseye suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza
verilemez.
Madde 12- Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna yada haberleşme sine
keyfi olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz. Herkesin bu gibi karışma
ve saldırılara karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır.
Madde 13
1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve
oturma hakkı vardır.
2. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden
ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir.
Madde 14
1. Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma
olanaklarından yararlanma hakkı vardır.
1.Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan veya Birleşmiş Milletlerin
amaç ve ülkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan
yararlanılamaz.
Madde 15
1. Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır.
2. Hiç kimse keyfi olarak yurttaşlığından veya
yurttaşlığını değiştirme hakkından yoksun bırakılamaz.
Madde 16.
1.Yetişkin her erkeğin ve kadının, ırk, yurttaşlık veya din bakımlarından
herhangi bir kısıtlamaya uğramaksızın evlenme ve aile kurmaya hakkı vardır.
2.Evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle
yapılır.
3. Aile, toplumun, doğal ve temel unsurudur, toplum ve
devlet tarafından korunur.
Madde 17
1. Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa
mülkiyet hakkı vardır.
2. Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz.
Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din
veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve
dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.
Madde 19- Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak
düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu
olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak
hakkını gerekli kılar.
Madde 20
1. Herkesin silahsız ve saldırısız toplanma, dernek kurma
ve derneğe katılma özgürlüğü vardır
2. Hiç kimse bir derneğe girmeye zorlanamaz.
Madde 21.
1. Herkes, doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığı ile
ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir.
2.Herkesin ülkesinin kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanma hakkı
vardır.
3.Halkın iradesi hükümet otoritesinin temelidir. Bu irade, gizli veya
serbestliği sağlayacak benzeri bir yöntemle genel ve eşit oy verme yoluyla
yapılacak ve belirli aralıklarla tekrarlanacak dürüst seçimlerle belirlenir.
Madde 22- Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır.
Ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin
örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe geli-
şim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının
gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir.
Madde 23
1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve
elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.
2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit
ücrete hakkı vardır.
3.Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her
türlü sosyal koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve
elverişli bir ücrete hakkı vardır.
4.Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma
hakkı vardır.
Madde 24-
Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma
süresinin makul ölçüde sınırlandırılmasına ve belirli dönemlerde ücretli izne
çıkmaya hakkı vardır.
Madde 25
1.Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim,
konut ve tıbbi bakım hakkı vardır.
Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi
dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına
sahiptir.
2. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün
çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden
yararlanırlar.
Madde 26.
1.Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim
aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim
herkese açıktır. Yüksek öğretim, yete neklerine göre herkese tam bir eşitlikle
açık olmalıdır.
2.Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel
özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar,
ırk lar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli
ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
3.Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın
hakkıdır.
Madde 27
1.Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan
yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.
2. Herkesin yaratıcısı olduğu bilim, edebiyat ve sanat ürünlerinden doğan
maddi ve manevi çıkarlarnın korunmasına hakkı vardır.
Madde 28- Herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin
gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.
Madde 29
1.Herkesin, kişiliğinin serbestçe ve tam gelişmesine olanak veren topluma
karşı ödevleri vardır.
2. Herkes haklarını kullanırken ve özgürlüklerinden yararlanırken,
başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin
sağlanması ve demokratik bir toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel
refahın gereklerinin karşılanması amacıyla yalnız yasayla belirlenmiş
sınırlamalara bağlı olur.
3.Bu hak ve özgürlükler hiçbir koşulda Birleşmiş Milletlerin amaç ve
ilkelerine aykırı olarak kullanılamaz.
Madde 30- Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye,
burada açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini
amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde
yorumlanamaz.
İşte o yıllarda ortaya atılan bu düşünceler, daha sonra sosyalist devrimin gerçekleşmesinde
öncü rolü sağlamıştır.
Şu anda ülkemiz, toplumsal sözleşmenin veya yurttaş hakları evrensel
bildirisinin veya devrimsel atılımların neresinde olduğunu bilemem ama; kara
parayı aklama, zorbalık, yarı feodal bir sistemin sürdürülmek istenmesi,
çalışmadan mülkiyete el koyma vs. yani despotizm varlığını sürdürmektedir. Ve
de en büyük tehlike de budur.
BÖLÜM 5
İşte görüldüğü gibi aydınlanma çağındaki
filozofların devlet tanımı bu.
Bir Filozof şöyle der; (John Locke) “Siyasi
iktidar, sözleşmeyi ihlal ederse, sözleşme iptal - fesh edilir.”* veya
başka bir siyasal sisteme göre ise:
"...Ulus birbirine karşı sınıflara bölünmüştür ve çatışan bu sınıfların çıkarlarını birleştirebilecek hiçbir şey yoktur...Üretim araçları özel sektörün elinde kaldıkça; devlet toplumun yüksek çıkarlarını temsil etmekten uzak kalacak, egemen sınıfın sömürü aracı olacaktır. Bu arada, yasalarda bu sömürüye yardımcı olmaktan öte hiçbir şey görmeyeceklerdir..." 26 (K. Marx) doğal olarak bu da başka bir görüş açısı.
Başka bir açılıma göre ise;
"...Devlet, bütünüyle rekabet içindeki çıkar
gruplarının bir karışımı olmanın ötesindeki bir iktidarın varlığına işaret
eder; ve iktidarı, karşıtların ters yöndeki etkileri nedeniyle yoğunlaşmaktan
çok, dağılan bir kaynak sayan bir modelde böyle bir araca yer olmaz. Ayrıca
iktidarın, devletin elinde olduğunu söylemek de modern toplumun demokratik
niteliğine kuşku düşürmek demektir; hükümetler halk tarafından
seçilir, devletler değil. Çoğulcu tercih, yürütme, yargı, ve
yasama erkleri arasında açık bir ayrımı ve böylece bir grubun halkın aleyhinde
olarak iktidarı tekelinde almamasını öngören bir siyasal tablodan yanadır.
Oysa devlet imgesi, doğrudan halk iradesine
karşı sorumlu olmayan ve şiddet kullanma yetisine sahip bütünsel ve birleşik
bir araç görünümündedir. Dolayısıyla,
hükümetlerini ve toplumsal yapılarını sevmeyi öğrenmiş olanlar, bu terimi
kullanmak istemezler...” 27
Bu bağlamda halk için başa geçmiş olan iktidarlar, hükümetler, asla ve asla kendilerini, var olmayan bir imge adına kendilerini bir göreve tabii tutmamalıdırlar. Eğer hükümet olamazlarsa, yani üç erki adil bir biçimde uygulayamazlarsa, bu totaliter bir rejim olur. Totoliter bir rejim’de de, baskı vardır. Ve baskı rejiminde de kimseye hoşgörü yoktur. Ama şu da var ki, o halde niye hükümetler, iktidara geliyor? Yönetmek için değil mi? Her tez, anti tez olacağına göre, hükümette kalabilmek için, yani varlıklarını sürdürebilmek için, devlet (şiddet) denen bu görünmez aygıtı kullanmak isteyeceklerdir.
Bu bağlamda halk için başa geçmiş olan iktidarlar, asla ve asla var olmayan bir imge adına kendilerini bir göreve tabi tutmamalıdırlar. Eğer hükümet olamazlarsa , yani üç erki adil bir biçimde uygulayamazlarsa , bu totaliter bir rejim olur.
Örneğin, bu aygıtı
kullanarak: İşçi–işveren, çatışmaları yaratmak veya toplumsal olayları
alevlendirmek isteyeceklerdir vd. Eğer kapitalist devletler, şiddet
uyguluyorsa, yani devlet aygıtını kullanıyorsa, ezilen devletin halkları da, bu
çarkın içinde doğal olarak ezilmeyecek mi? ezilmiyor mu?. Bu bağlamda esas
kendi halkına düşman olan ve halkları acımasızca ezen en büyük düşman
kapitalizm olmuyor mu?
Öyle ise ne yapmalı?
Halklar ilk olarak kapitalizmden değil, devlet anlayışından kurtulmalılar ve
alternatif bir yol sunmalılar kendi halklarına! İşte o zaman kendi
bağımsızlıklarına ve özgürlüklerine kavuşacaklardır. Daha sonra devlet
teriminden kurtulan halklar, korkularını da daha kolay yeneceklerdir. Ama oyuna
gelmeden, kapitalistler gibi davranmadan yapmalı bunu, onların silahlarını
kullanmadan yenmeli kapitalistleri ama nasıl.
İşte sorun burada
düğümleniyor. Halklar bunu bulduğu an, kapitalist saldırıya karşı top yekün bir
karşı saldırıya geçebilirler.
Kardeşlik için, barış için.
Şiddete karşı sevgi
sunulursa eğer, devlete gerek kalır mı zaten. Şiddet şiddettin dostudur onla
beslenir. Sevgiyi sevmez kovar şiddet, onun için şiddetin her tarafını sevgiyle
çevrelemek gerek ki, yok olsun bir süre sonra.
Kendilerine ben devletim
diyenler, devletin veya iktidarın, duygularını nasıl sömürdüğünün ve
kullandığın farkında bile değillerdir. Sonra da nasıl ortadan kaldırdığının.
Devlet adına yasa dışı yollara girerseniz, devlet aynı zamanda güya hukuk
devleti de olduğundan sizi tanımaz ama kullanır.
Onun içindir ki, iktidarın
halkın emrinde olması demek, Toplumsal Sözleşmeye uyduğu gibi, halkın yurttaş
olarak var olmasının en önemli olgusudur. Ama buraya bir karşı sav konulabilir.
Halkın, yönetimde olabilmesi için, hakkını araması gerekmektedir'. Yasal
yollardan haklarını alan halk, yasadışı yollara başvurmaz, halk yasal yollardan
haklarını alamıyorsa, yani yasa yapıcı, halk'a zor kullanıyorsa, direnme hakkı
meşruluk kazanabilir.
İşte bu ortamda mafya
ortaya çıkar, totaliter devlet özlemleri, demokrasi adına oluşur. Yasa-dışı
örgütler bu ortamda büyür. Peki ama demokrasi nedir?
Demokrasi bütün görüşlerin,
bu aykırı bile olsa, açıklanabilmesi, yazılabilmesi, ko- nuşulabilmesi ve bu
düşünlerin bir çatı altında toplanıp 'yasal temelde' eylemde bulunabimesidir.
Ama ilk önce devletin yasalarını demokratikleştirmek gerekmektedir; Bu da
Demokratik Kitle Örgütlerinin yapabileceği bir çalışmadır
Bu yukarda saydıklarımı
bile aslında sermaye tespit eder ki, kendisi tehlike’ye girmesin.
İyi de böyle bir dünya’da
da, Kapitalist sistemin demokrasi adına sadece bir tarafa güç vermesi,
halkımıza ne denli demokrasiyi sağlar? Tabi ki sağlamaz. Bu aşamada, demokrasi
diye bir şey olamaz. Olsa olsa demokrasi mafyalaşan kapitalizmin sömürü aracı
olur. Ve kapitalizm demokrasi adına, ezilen devletleri ve onların halklarını
sömürür?
Halk egemenliği olmayan
devletlerin, demokrasileri de zaten olmaz, olamaz. Gelelim halk egemenliğine.
Halk egemenliğinin para egemenliği ile ilintisi vardır. Bir yerde para
egemenliği varsa, orada da halk egemenliği güya vardır. Kısaca para egemenliği
(sistem) kendini kamuflaj etmek için halk egemenliği terimini yaratmıştır.
Halk egemenliğini terimini
biraz daha açarsak özünde bunun ufak bir zümre (oligarşi) olduğunu görürüz.
Örnek vermek gerekirse: daha önce halk egemenliğinin olmadığını söylemiştik.
Devlet tanımını hemen açalım: Devlet burjuvadan yanadır ama bazen öyle aşamalar
gelir ki, ezilen kesimden de gözükmek zorunda kalır.
Dünya da artık
küreselleştiğine ve ezilen veya gelişmeye çalışan devletlere SOROZ gibi insanların,
şirketlerin eline geçtiğine gore; örnek olarak sorozda, emperyal devletlerin ve
şirketlerin şiddetini düşürmeye çalışmaktadır.
Az gelişmiş devletlere
parasal yardım yaparak, güya demokrasi getireceğim diyerek insanların kafasını
karıştırmak ve yani sorozvari geçiş yapmak, sistemin işine daha çok
yaramaktadır. Çünkü günümüzde kimseyi uyandırmamak gerekmektedir. Ve devlet
soroz gibilerdir. Şiddetle olursa uyanılır ama şiddetsiz olursa yeme de yanında
yat vs . devlet şiddeti kime yapacağını çok iyi bilir.
Buna da günümüzde
küreselleşme denmektedir.
diye bir şey olamaz. Olsa olsa
mafyalaşan kapitalizmin sömürü aracı olur demokrasi. Ve kapitalizm demokrasi
adına, ezilen devletleri, ve onların halklarını sömürür? Halk egemenliği
olmayan devletlerin, demokrasileri de zaten olmaz.
Diyorlar ki; Biri ezer, biri ezilir, bu düzen böyle
kurulmuştur. Bu faşizan düşüncenin ağa babaları bilmelidirler ki,
kendi halklarına özgürlük istiyorlarsa ilk olarak ezdikleri halklara özgürlük
vermelidirler. Özgürlük vermelidirler ki, kendi halklarında özgürlüğe
kavuşabilsin.
Yukarıda örtülü olarak bir iki siyasal sisteme
değindik. Birincisi yönetenin, halk yığınının çıkarlarını değil de, üç-beş
kişinin çıkarlarını koruması. Yani oligarşi. Oligarşinin sözlük anlamı
iktidarın ya da yetkinin bir azınlık tarafından ele geçirilmesidir, bu, günümüz
de dolaylı olarak yapılmaktadır. Yani azınlık iktidarı ele geçirmiyor ama halk
adına iktidara gelenleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanabiliyor.
Burada oligarşi ile ilgili olarak, Pareto adlı düşün
insanı bakın ne demiştir.
“...Bütün hükümetler kuvvet
kullanılarak ve hepsi akıl temelinde kurulduklarını ileri sürerler. Gerçekte
genel oy hakkı olsa da olmasa da yönetim ‘halkın iradesi’ne azınlığın istediği
ifadeyi verme yollarını bulan bir oligarşidir...”28
Eğer kapitalist bir ülkede yaşıyorsanız ve ne yazık
ki, kapital üç-beş kişinin elinde ise, kapital sahiplerinin istedikleri kadar
söz söyleme, sözlerini (yanlış da olsa) kabul ettirme haklarına sahip olmaları
demektir. Eğer sermaye, neden küçük bir azınlığın elinde deniyorsa, sermaye ne
kadar az kişinin elinde toplanırsa, devlet sermayeyi o denli kontrol eder de
ondan. Böyle bir devlette herkes parası kadar konuşma hak ve yetkisine
sahiptir.
Böyle bir ülke’de demokrasi ve özgürlük herkese
vardır. Ama insanın parası kadar özgürlüğünü kullanma hakkı vardır. Yani
eşitsizlik içinde eşitlik!..Liberalizm; bir yanda aç kalma özgürlüğü, öbür
yanda ise aksırıncaya, tıksırıncaya dek yeme özgürlüğüdür! Dolayısıyla
kapitalist bir ülkede bir pasta düşünecek olursak pastanın neredeyse 4/3'ünü
bir avuç egemen alacak, geri kalan yığınlar sürünmeye devam edeceklerdir.
Özgürlük ama kimin özgürlüğü.
EĞİTİM - DEVLET
İNSAN HAKLARI VE ELEŞTİRİ I
“…Eğer devlet doğrudan
egemen sınıfın bir kurulu gibi davranıp mali ve hukuksal konularda açıkça onun
tarafını tutsaydı, diğer grup ve sınıfların desteğini sağlamak için etkin
olmayan ve savurgan baskı yöntemine başvurmaktan başka çare kalmazdı.
Dolayısıyla devletin zaman zaman ayrıcalıklı sınıfın o günkü çıkarlarının
aleyhine olmakla birlikte, ayrıcalıksız sınıfların yararına olan refomlar
yaparak toplumdaki belirli bir çıkar grubuna karşı tarafsızlık ve ondan
bağımsızlık havası yayabilmesi gerekir. Bu yolla devlet, servet ve küstahlığın
müfrezelerine karşı mağdur durumda olanların savunucusu gibi görünebilir. Bu
sava göre, eğer burjuvazi kendi halinde bırakılırsa bir sınıf olarak varlığının
sürmesi açısından o kadar önemli olan bu tür reformlara ödünlere karşı çıkma
eğilimi gösterir. Devletin göreli özerkliği, burjuvaziyi bizzat kendisinden
koruyan bu değişikliklerin gerçekleştirilmesini güvence altına alır…”
Bu bağlamda halk için başa
geçmiş olan iktidarlar, asla ve asla var olmayan bir imge adına kendilerini bir
göreve tabi tutmamalıdırlar. Eğer hükümet olamazlarsa , yani üç erki adil bir
biçimde uygulayamazlarsa , bu totaliter bir rejim olur.
İnsanlık topluluğunun bütün
bireylerle kuruluşlarının bu bildirgeyi her zaman göz önünde tutarak eğitim ve
öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, giderek artan
ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları gerekse bu
devletlerin yönetimi altındaki ülkeler arasında bu halkların dünyaca etkin olarak
tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar
ve uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesini ilan eder, diye yazar evrensel beyyannamenin başlangıç kısmı.
Ama bunun adına ülkeler zapt
edilir. Yine güya demokrasi (liberal) adına işgal edilen ülkelerin mal
varlıklarına el konulur. Ve kendini korumak isteyen, direnç göstermek isteyen
ülkeler çıkarsa, terörist ilan edilir hemen , çünkü sistem kurulmuş, bölüşüm
başlamıştır çoktan. Buna karşı gelmek ne demektir. Asıl hainlik bu demek değil
midir.
Tüm dünya hatta tüm
insanlık, doğmuş, doğmamış tüm bedenler onlar için asker olacak ölecek ve
öldürecektir , biraz kafası çalışan güya akıllılara ise sistem kendileri için,
kendi sistemlerinin yürümesi için icat yaptıracak, bilim insanı olacak ve daha
kolay mal satmak, teknolojiyle insanların malını, canını parasını yok etmek
bilim insanlarına oradanda sistemin cebine sıcak paralar gelmesi biricik hedef
olacaktır. Savaşlar da böyle çıkacaktır.
Kısaca bilimsel emeğin ve
gücün yanlış ellerde olması yüzünden devletler ateş altındadır. Sorulan soru,
nasıl bir rejim, nasıl bir yaşam, nasıl bir eğitim sorusudur.
Diyoruz ki tabii ki,
bağımsızca ve özgürce yaşayarak , özgür ve bağımsız eğitim.
Ama ilk olarak eğitimin ne
olduğunu görmeden önce devletin ne olduğunu, erkleri kaça ayrıldığını ve nasıl
yürütüldüğünü daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki yazıya bir bakalım:
***
EĞİTİM -II-
“…İnsanlarda özgürlük fikri
uyandırılırsa, özgür insan durmaksızın kendisini özgürleştirecektir; tam
tersine, eğer insanlar sadece eğitilirse, kendilerini en yüksek düzeyde
yetişmiş, zarif insanlar olarak daima koşullara uyduracaklar ve uşakça
yaltaklanan ruhlar halinde yozlaşacaklardır…”
Şimdi gelelim devlet
içindeki eğitim anlayışına veya anlayışsızlığına ;
Godwin; “…Eğitimin
hükümetten daha büyük bir güce sahip olduğuna inanıyordu. Çocuklar elimize
verilmiş bir hammadde, kolayca şekil verilebilen, esnek bir cevher, gibidirler.
Doğanın asla bir ahmak üretmemesi gibi deha da doğuştan gelmez, daha sonra
kazanılır. O halde, gençliğin kötü alışkanlığı denilen şey, doğadan değil,
eğitimin bozukluğundan kaynaklanır. Çocuklar dünyaya masum olarak gelirler:
Güven, nezaket ve iyilik onların mizacını oluşturur. Yetişkinlerin “rendeliyeci
müdahalesi”nden asla özgür olmadıkları bir sırada, derin ve doğal bir özgürlük
aşkına sahiptirler. Özgürlük “anlama gücünün okulu” ve “gücün anası”dır;
aslında çocuklar okuldan çok, boş zamanlarında öğrenir ve gelişirler. …
Yine Godwin’e göre;
…Bütün eğitim bir despotizm
formunu kapsar. Modern eğitim sadece çocukların yüreklerini çürütmekle kalmaz,
anlaşılmaz jargonuyla akıllarını da zayıflatır. Onların gerçek kapasitelerini
açığa çıkarmak için pek az bir çaba harcar. Ulusal eğitim ya da devlet eğitimi,
pek çok ilerici reformcunun o büyük umudu, sadece sorunların daha da
kötüleşmesine yol açar. Bütün kamu kurumları gibi eğitim kurumu da süreklilik
fikrine dayanır ve “yanlışlığı kanıtlanmış hatalar”ı insan zihninde sabitler:
Sonuç olarak lise ve üniversitelerde öğretilen bilgi, toplumun engellenmemiş
bireylerinin gerisindedir.
…Ayrıca bir ulusal eğitim
sistemi hükümetin aynası ve aracı olmaktan kurtulamaz; bunlar Kilise ve
Devletinkinden daha çetin bir ittifakı oluşturur. Doğruluktan çok mevcut yapıya
saygıyı öğretirler. Bu koşullarda öğretmenin, bilginin temellerini sürekli
olarak yeniden oluşturmakla yükümlü bir köle ve kendi iradesini dayatan
gençliğin hazlarını ve feveranlarını sonsuza dek denetleyen bir tiran haline
gelmesi şaşırtıcı değildir…
Godwin bundan sonra nasıl
bir eğitim der. İnsanı körelten despot eğitimi ortaya serdikten sonraonun
önerisi bireysel eğitimdir. Bireyin mutluluğuna dayalı bir eğitim.
Godwin …grup içi eğitimin,
yeteneklerin geliştirilmesi ve kişisel kimliğin teşvik edilmesi bakımından tek
kişilik öğretime tercih edilmesi gerektiğini kabul eder. Bu nedenle, mevcut
toplumda en iyisinin küçük ve bağımsız bir okul olduğunu öne sürer. Ancak bu
noktada durmayarak geleneksel eğitimin temellerini sorgulamaya devam eder…
...Ona göre eğitimin amacı
mutluluk üretimi olmalıdır. Erdem mutluluğun özüdür.
Ve erdemli kişinin bilge
kişi olması gerekir…Eğitim, uygun biçimde denetlenen. Aktif ve öğrenmeye hazır
bir zihin geliştirmelidir. Bunu sağlamanın en iyi yolu belirli bir bilgiyi
çocukların kafasına sokmak değil, onların gizli yeteneklerini açığa çıkarmak,
zihinlerini uyandırmak ve onlara düşünme alışkanlığı kazandırmaktır...
…O halde, çocukları
eğitirken, eşitlikçi, anlayışlı, içten, dürüst ve açık olmalıyız. Sert
gözetimciler ve oyunbozanlar olmamalıyız; gençlerin aşırılıkları genellikle
deha ve enerjinin erken göstergeleridir. Okuma hevesini teşvik etmeli, ancak ne
okuyacaklarını belirlemeye çalışmamalıyız En önemlisi, bilme arzularını,
bilginin üstünlüğünü göstererek canlandırmalıyız... “
***
Daha önce de belirttiğimiz
gibi;
Burada bunları yöneten tek
olgu vardır. Oda SERMAYE’dir. Çünkü sermaye, devlet olmadan olamaz. Aslında
devlet kamuflajdır. Devlet’te halk olmadan olamaz. Sermaye’yi koruyan devlettir.
Onun içindir ki, sermaye Devlet diye bir aygıt yaratmıştır. Kapitalist,
sermaye’ye ayak uydurduğu sürece hayatını sürdürür. Lakin sermayenin istediği
tek şey kurduğu sistemin muhalefet dahi olsa, kendi gibi düşünmesini
sağlamaktır.
Bu da eğitimle olur. (SİSTEMİN
EĞİTİMİ) Sistem eğitimli insanlar ister, ama o eğitimli insanlar daima ve daima
kendi sistemine riayet etmelidir. Bu da bize gelişmiş, son derece teknolojik
olan, fabrikasyondan çıkan robotları andırmaz mı!..
Baştaki Sermaye, Tanrı
adına ve onun elçiliğinde, peygamber adına meclis kurarlar. Ve bir hezeyan
yaratıp, sanki halk egemenmiş gibi, Meclisi dokunulmaz ilan eder. Aslında kendi
yapacakları hilekarlıkları düşünüp, kendilerini dokunulmazlık zırhına alırlar.
Bunu da sermaye onlara
öğütler.
Ama sermaye, dokunulmazlık
diye bir şey tanımaz ve her çıkarına dokunulduğunda Meclisin kulağı çekilir.
Çünkü Meclis zaten sermayenin ta kendisidir.
Egemen, güya Halk
olacağından, dokunulmazlık kabul edilir. Ama sermaye bir GOD’(TANRI)dır.
Halk’da var olmayan bir
olguya inandırılır çoktan.
Ve bu çark da, böyle dönüp
dönüp durur. Aşağıda bunu biz bir şema ile gösterirsek, ortaya bu şekil çıkar.
1-SERMAYE
2-TANRI
3-PEYGAMBER
4-MECLİS
5-HALK
Bilinmelidir ki, sermaye
kendine uygun eğitimli insanlar yaratmaktadır.
Aslında bir yıkılsa,
kafalarda bir yıkılsa meclis. Bir Tanrı kavramı olmasa, işte o zaman halk
sermaye’ye tamamen egemen olacak ve sermaye’ye direkt olarak egemen olan
halk’ta, eğitimini özgürce tamamlayacaktır.
Ve o sermaye’ye, özgür ve
egemen olan halk’ın, nasıl bunu elde edebileceğini işte bu dogmaları
öğrenmeden, özgürce eğitimle yapacağını belirtmekteyiz.
1- ÖZGÜR EĞİTİM
2- BİREYSEL GÜÇ
3- DAYANIŞMA
4- ÖZGÜVEN
5- İRADE
6- YARATICILIK
7- GÖNÜLLÜLÜK
8- SORUMLULUK
9- DİSİPLİN
Karşımıza, bu 9 ilke
çıkacaktır.
Ama ne yazıktır ki, sistem
aykırılığı sevmez. Sevse bile bunu da kendi içinde kontrollü olarak yaratır ve
sonra da yarattığı bu aygıtın kendine zarar verdiğini anladığında kendi silahlı
güçlerine yok ettirir.
İşte bu sömürüde böyle
sürüp gider.
Eğitim ve devlet karşıtlığı
eğer devlet kendi erkini yani despotizmini gösterdiği sürece var olacaktır.
Çünkü eğitim özgürlük
demektir.
Özgürlükte devlet anlayışı
olamaz. Devlet daha önce de belirttiğimiz gibi şiddeti içerir.
BÖLÜM
6
Osmanlıyı Kapitülasyonlarla yavaş yavaş çökerten Batı, gerçek yüzünü
Tanzimat Fermanlarının açıklandığı gün göstermiştir. Çünkü ferman Osmanlı’yı parçalamak ve sömürmek için yapılan
bir suikastten başka bir şey değildir.
Ama bunu Osmanlı batılılaşmak ve çağdaşlaşmak olarak algılamıştır. Ve ne
yazık ki, teokratik anlayıştan da kopamamıştır. Var olan monarşik, tek kişilik
anlayışını da terk etme gibi lüksünü bırakmamıştır. Şeriat’a dayalı bir rejim
sürmektedir. Bu süreçle birlikte yani, Bir yanda Lükse dayalı bir
Batıcılık, diğer yanda şerait’a dayalı bir Arapçılık arasında kalan bir Osmanlı
İmparatorluğu, çöküşünü kendisi hazırlamıştır?.
Dolayısıyla başta da belirtildiği gibi tarihsel süreç başlamıştır. Beyler
toprak ağaları, anadoluda bir isyan başlatan Mustafa Kemalden taraf olmuşlardır
dikkat edin halk değil beyler, ağalar. Eskiden İstanbuldan taraf olanlar,
İstanbul’un güçsüzleştiğini görünce taraf değiştirmişlerdir. Kısaca bu bir devir
hareketidir. Tabii daha sonra aynı beyler, ağalar’la, cumhuriyet kurulmuştur.
Aslında Osmanlıda yarım kalmış ilerlemeler burada Atatürk’ün kişiliğinde
tamamlanacaktır. İşte Kemalist Devrim denen olgu da budur.
Kısaca egemenlerin Osmanlı’yı bölüşme sevdalarının gerçekleştireceği anda
Ulusal Güçler ortaya çıkar ve 23 Aydınlanma devrimi bir güneş gibi doğar ve
halk egemenliği, cumhuriyetin kurulmasını -saltanat ve hilafetin atılmasını-
sağlar.
“...Azgelişmiş ülkelerde benimsenen büyüme modelleri, yapısı gereği”,
“bağımlı ve dışlayıcı” modellerdir. Öncellikle de Batı tipi tüketimi taklit
eden bir azınlığın ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Bu ülkelerde kurulan
sanayiler çoğunlukla teknoloji, teçhizat, aramalı ve ham madde ithaline yüksek
düzeyde bağımlı sanayilerdir. Kullandıkları teknolojiyi kendileri üretemediği
için, yüksek düzeyde teknolojik bağımlılık söz konusudur. Dolayısıyla hem
ithalat bağımlılığı yüksek, hem de üretilen mallar iç pazara yönelik olduğu
için, sanayinin ihtiyaç duyduğu dövizi sağlaması mümkün değildir. Başka bir
ifade ile, ithal ikameci sanayileşme geleneksel ürünlerin ihracatından sağlanan
dövize bağımlıdır... ” 29
İşte Mustafa Kemal Atatürk’te, Osmanlı’yı böyle tespit etmiş ve sömürge bir
ülke de yaşamaktansa ölmeyi tercih etmiştir. Bu bağlamda Osmanlı’nın uzun
zamandan beri yarı sömürge halinde bulunduğu DUYUN-U UMUMİYE altında yaşadığı
da biliniyordu. Artık Atatürk için, tek çözüm ekonomik, siyasal ve teknolojik
bağımlılıktan kurtulmaktı, işte bu anlayışıyla Mustafa Kemal, yeni bir harekete
geçti. Bu harekette, milli dava uğruna Anadolu’da toplanmak ve yeni bir meclis
kurmak, belki de yeni bir hükümet kurmaktı. Bu yolda, apoletleri atmak vardı,
kelle koltukta savaşmak vardı. Çünkü daha dün sana kahraman diyen paşalar, her
an tutuklama emri ile sen vatanı karıştırdın diyebilirdi. Ama O başarmıştı.
Yeni Bir Cumhuriyet kurmuş, düşmanı yurttan atmış, borçları ödemişti.
BÖLÜM
7
1923 AYDINLANMA DEVRİMİNDE YAPILANLAR
VE ENGELLEMELER
“...Condorcet her kuşağın kendi siyasal anayasasını hazırlayabileceğini öne
sürerken, bir yandan (anayasal ilkeler ile yeni yasalar teşkil etmede tek bir
yöntem sağlayan anayasal hukukun sıradan hukukla aynı zeminde olduğu) Pennsylvania’daki
anayasal hukukun durumuna atıfta bulunuyor; öte yandan, 1793 tarihli Fransız
devrim anayasasının geleceğini görüyordu; Bir halk her zaman anayasasını gözden
geçirip düzeltme, ıslah etme ve değiştirme hakkına sahiptir. Bir kuşak gelecek
kuşakları kendi yasalarının hükmü altına alamaz...” [Madde XXVIII] 30
1923 Kemalist Devrimi,
emperyalistleri vatandan kovmuş , Osmanlıyı yıkmış ve
kırıntılarınlarından yeni bir cumhuriyet yaratmıştır. Ama kurulan cumhuriyet
yarım kaldığı için sancıları hala sürmektedir. Devrim aşağıdan yukarıya
doğru olan sistematik bir olaylar dizisidir. (halk hareketidir) Bu anlamda da
Osmanlının yıkılma devri zamanında ki aklı başında olan asker ve bir kısım
sivil , bu ilerici halk harekatini yapmıştır. Yapılan şey emperyalistleri ve
onlardan yana olan herkesi saf dışı etmektir
Ama bugünden bakarsak, 1923
Kemalist devrimiyle, eski düzenden , tam tamamlanmasa da ulusal bireysel
insan'a, teokratik rejimden cumhuriyet rejimine, şer'i hukuktan laik hukuka
geçilmiştir. 1923 devrimi bir de burjuvazisi olmayan bir toplumda, burjuva
sınıfı yarattı. Doğal olarak, işçi sınıfı da beraberinde geldi. Şimdi ise Yeni
Dünya Düzeni adı altında' Y.D.D' ahlaksızlığının, vahşi bir biçimi
uygulanmaktadır. Uygulamak mecburiyetindedirler ki, varlıklarını
sürdürebilsinler. İşte kurtulmamız gereken sistem de budur. Böyle bir sistemde
dalkavuklar, köşe dönücüler, vurdum duymazlar çoğalır. Ülkemiz hem iç, hem dış
borç cenderesinde ufalanmaktadır.
Atatürk'ümüzün
Gençliğe Seslenişinde dediği gibi "...yurdumda iş başında
bulunanlar aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler, üstelik hainlik de
yapabilirler Daha kötüsü, iş başında bulunan bu kişiler, kendi çıkarlarını,
yurduna girmiş olan düşmanların siyasal amaçları ile birleştirebilirler..." 31
İşte bu
cendereden ülkemiz bir türlü çıkamamaktadır. Bizim gibi ülkeler olacak ki,
onlar borç versinler, borç versinler ki, daha çok borçlandırsınlar. Y.D.D'nin
varlığı buna bağlıdır. Çünkü içteki yöneticilerin ekonomik amaçlarıyla,
dıştaki sömürücülerin siyasal amaçları birleşmiştir. Artık yeni bir
isim altında, kapitülasyonlar kapımızı çalmaktadır.
Kısaca Kemalist Devrim bize, ulusal ve bağımsız bir devlet kazandırmıştır.
Emperyalizme ilk tokadı atan, 'bağımsız, ulusal' bir devlet! İşte bu gurur ve onur sayesindedir ki, bir çok şey sanki yoktan
var edilircesine hızlı ve çabuk yapıldı. Bugün, bu yapılan yasalara, devrim yasaları demekteyiz. Ve bir maddeyle de
koruma altına almaktayız. 32
Aslına bakarsanız, devrimi devrim yapan yukarıdan aşağıya doğru uygulanan
reformlar değildir. Devrim halkın içine girerek, halkla birlikte,
yapılan uygulamalı olaylardır. Yani aşağıdan yukarıya doğru hızlı
ve sistematik olarak yapılan olaylardır.
Ve bu aşağıdan yukarıya doğru yapılan olaylar 50’den
sonra yarım kalmıştır. Bu devrimi sağlamlaştıran olgunun 3 sac ayağı vardır.
İşte Atatürk'te bundan yola çıkarak Osmanlıyı yıkmış ve kendi kuşağının
eksiklerini görmüş, aksaklıkları belirlemiş ve toplumu motive ederek baştan
aşağı değiştirmiştir. Böylece tüm .. Atatürk devriminin
1928-1932 döneminde yoğun biçimde uygulamaya koyduğu atılımlar kültür de
ulusallaşma ve halklaşmaya yöneliktir.“...Bu dönemde latin kökenli
yeni Türk alfabelerinin kabulü; yeni harflerle okuyup yazmayı kolaylaştırmak
için "ulus okulları"nın açılması; Türk çocuklarının öğrenimlerini
Türk okullarında yapmaları zorunluluğu getirilmesi; Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının
kurulması; Halkevlerinin açılması...” bu amacın gerçekleştirilmesi için atılan
adımlar, girişilen devrimsel uygulamalardır..." 33 “Bu
devrimsel atılımların hepsi üst yapı ile ilgilidir. Ama alt yapı unutulmuştu.
bu günde bunun acısını çekmekteyiz.”
İşte bu üç saç ayaklarını aşağıda teker teker göreceğiz:
1- Halkı eğitmeyi ve bilinçlendirmeyi amaçlayan Halk evleridir;
“..19 Şubat 1932’de kurulan "Halkevleri" Atatürk devriminin, bu
devrimle başlatılan ulusal ekin (kültür) yaratma çabalarının, bu ekini yayma
girişimlerinin halka açılan kapıları;ekini tüm içeriği ve alanlarıyla geniş
kitlelere benimsetme; olguda kadın erkek, yaşlı genç tüm yurttaşları görevli
kılma, çalışmaya itme, ekinsel çalışma ve girişimlere katılmalarını sağlama
merkezleridir...Halkevleri "Türk Ocakları"nın kapatılması, bu
ocaklarla ilgili tüm Mal ve görevlerin Cumhuriyet Halk Partisi'ne aktarılması
sonucu İşte ne yazık ki, bu sac ayağı 11 Ağustos 1951
tarihinde yürürlüğe giren 5830 sayılı yasa ile kapatılmıştır. Bu,
partinin Atatürk düşüncesini yayıcı organı olarak geliştirilmiştir
34
2- Ezanın
Türkçe okunması; halkın içine girerek ve halkı direkt olarak ilgilendiren
bir olgudur, bir ileri adımdır.“...Dilde Türkçe’ye dönüş, Türk dilini
geliştirme, öz benliğine kavuşturma atılımı Türk Devriminin ulusçu, halkçı,
laik ve devrimci ilkelerinin gereğidir. Dilde Türk dili akımı devrimin halk’a,
tüm ulusa benimsetilmesinde, ulusal ekinin, Kemalizmin düşüngüsü’ nün
(ideolojisi’nin) yaygınlaştırılmasında, halkla aydın kesimin bir birini anlar
hale gelmesinde;...” 35 önemli etken
olmuştur. İşte Türkçe ezanın 1932 yılında Arapça değil Türkçe okunmasının
altında yatan erek budur.
Ne yazık ki Türkçe ezan’da 1951 de tekrar Arap'ça okunmaya başlanmıştır. Ve
devrimin devrim olmasını sağlayan ayaklarından biri de karşı devrimciler
yüzünden gitmiştir.
3- Üçüncü ayak Toprak Reformu ve Köy Enstitüleridir; Köy çocuklarını olduğu
yerde eğitip yine köyüne öğretmen olarak göndermek ve herkesin kendi toprağını
ekebilmesi.
Köy Enstitüleri uygulaması, Devrimin en ileri uygulamalarından
birisidir.
“..17 Nisan 1940’da İkinci Dünya Savaşı’nın bütün yoğunluğuyla sürdüğü
yıllarda Köy Enstitüsü uygulamasına geçilmiştir. Bu eğitimin.. temeli üretime
dönüklüğüdür. Köylerden köy ilkokullarını bitiren yetenekli çocuklar kurulan
Köy enstitülerine alınacak, bu okullarda hem bilimsel nitelikte bir eğitimden
geçirilecek, hem de kendilerine tarımla, hayvancılıkla, sağlıkla, ülke
üretiminin çeşitli alanlarıyla uygulamalı dersler verilecek, onların
mezuniyetten sonra atanacağı köylerde aynı eğitim ve öğretimi uygulamaları
sağlanacaktır... ” 36
Köy Enstitüleri uygulaması Türkiye de köye yönelik ve üretime dönük ulusal
eğitimin ve kırsal alandaki geleneksel toplumsal yapının değiştirilmesi
eğiliminin en ileri adımıdır.
Doğan AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni” adlı eserinde Toprak
reformunu ve Köy Enstitülerini bakın nasıl anlatmıştır." “...Toprak
reformu gibi Köy Enstitüleri de, aşağıdan henüz hissedilir bir tepki gelmeden,
Kurtuluş Savaşının Ulusalcı ve Devrimci kadrosunun, güçlü hakim sınıflar
aleyhine giriştikleri şerefli bir devrim hareketidir… Şüphesiz
ki toprak reformu ve köy enstitüleri gibi iki devrimci hareketi dejenere eden,
demokrasi değildir. Tam tersine tefeci tüccarı, ağası, şeyhi, kompradoru ve
tutucu bürokratı ile kurulu düzenin kudretli güçlerinin, demokrasinin gerçekten
işleyişini engellemeleri, azınlıktaki ulusalcı-devrimci ülkücü çırpınışlarını
sonuçsuz bırakmıştır. Nitekim çaresizlik içindeki büyük kitleleri kendine
zincirleyen tutucu sınıfların egemen olduğu bir toplumsal yapı çerçevesinde
girişilen çok partili hayat, demokrasi yolunda bir ilerici hareket olmaktan
çok, ulusalcı-devrimci hareketin sonu olacaktır..." *demektedir.
Köy enstitülerine kısaca bir göz atarsak; “..Köy Enstitüleri, Köy Birlikleri,
kombinalar, kooperatifler ve toprak reformu çerçevesinde, bu teşebbüsü hayata
geçirecek olan gerçekten devrimci ve orijinal bir hareketti. Burada Köy
Enstitüleri’nin büyük değeri üzerinde duracak değiliz sadece “Canlandırılacak
Köy” yazarının şu sözleriyle yetinelim..:
..Köy meselesi, bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki bir surette köy
kalkınması değil, manalı ve şuurlu bir şekilde, köyün içten canlandırılmasıdır.
Köy insanı, canlandırılmalı ve şuurlandırılmalıdır ki, onu hiçbir kuvvet,
yalnız kendi hesabına ve insafsıca istismar etmesin.
Köylüler şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Köy
meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir... Ne
var ki; Köy insanın candırılmasına ve şuurlandırılmasına, onun özgürlüğe
kavuşturulmasına karşı çıkan kudretli güçler vardı. O da, bu kudretli güçler
karşısında, toprak reformu gibi dejenere olmaya mahkumdu...Köy Enstitüleri
hareketi, başından beri, eşrafın ve bürokrasinin dar ve tutucu kurallarına
sığmadığı için, bürokrat çoğunluğun düşmanlığını kazanmıştır...Toprak reformunu
felce uğratan bu güçler Köy Enstitülerini iğdiş etmekte gecikmemiştir...1946
yılında Bakan Hasan Ali Yücel görevinden ayrılmak zorunda bırakılmış,
yerine Hitler rejimine hayranlığı ve Köy Enstitüleri’ne aleyhtarlığı ile
tanınan Reşat Şemsettin Sirer getirilmiştir ...Köy Enstitüler’nin
mimarı, devrimcı Tonguç, görevinden ayrılmak zorunda bırakılmıştır. 1947
yılında çıkarılan 5117 ve 5129 sayılı kanularla, öğretmene toprak verilmesi
güçleştirilmiş, dağıtılmış kitaplar, aletler, hayvanlar ve malzemenin geri
alınması yoluna gidilmiştir...Öğretmen, yeni Türk köyünün inşacısı değil,
okuma-yazma öğretmekten öte hiçbir işe burnunu sokmayan tutucu bir bürokrat
haline getirilmek istenmiştir...”
Toprak reformuna genel anlamda bir bakarsak ve yahut nereden
çıktığını bir bakarsak; “..Çağdaş uygarlık yolunda atılması gerekli ilk ve
en önemli adım, toprak düzenin de pre-kapitalist ilişkilerin tasfiyesidir.
Batı’da, Sanayii İhtilali’nin temelinde toprak reformu yatmaktadır. Toprak
reformunun ilk ve en ateşli savunucuları, sosyalistler değil, İngiltere’nin,
..liberal iktisatçılarıdır. Liberal iktisatçılar, kapitalizmin gelişmesini
engelliyor diye, toprağın millileştirilmesini isteyecek kadar ileri gitmişlerdir..
...Ne var ki, Cumhuriyet Türkiyesi, çağdaş uygarlık davasının bu en
önemli meselesine el atamamıştır...”
Niçin atamamıştır; İsterseniz orasına da bir göz atalım. Aynı kitabın, iki
yüz kırk ikinci sayfasını açarsak görebiliriz ki; O yıllar da CHP kendi
milletvekili olan eşrafını bile henüz ikna edememiştir.
Bu meseleye daha yakından bakarsak daha iyi anlarız; Görüyoruz ki; “...Toprak reformu
söz konusu olur olmaz, en şiddetli tepkiler CHP’nin içinden gelmiştir. Şeref
Uluğ’lar, Cavit Oral’lar, Kasım Gülek’ler, Adnan Meneres’ler, Emin Sazak’lar,
Kasım Ener’ler, Mürseloğul’lar, Arıkoğul’lar, Sağıroğul’lar, vb. gibi partinin
eşraf kanadından gelen mukavemet, sayesinde kanun ölü doğmuştur.. Bakın burada
İnönü’ nün 20 yıllık arkadaşı Hilmi Uran Bey Toprak reformunu şöyle
değerlendirmektedir. “..Böyle bir kanunu çıkarmak .. memleketimizin iç
bünyesini layıkıyla anlamamak, ve yahut da onu yeterince bilmiyor görünmek
demekti. Nitekim sırf bu son sebep yüzünden, kanun, Meclisten adeta zorlanarak
çıkarılabilmişti ..” *
Çünkü devrim, eşraf’a dayanılarak yapılmıştı.
Şimdi ise bunlara yeter deniliyordu. Işte bu olamazdı. Toprak Reformu
olamazdı. Ve çünkü bu kominist işiydi. Her nedense biz de herşey böyledir. Ama
gerçek yukarıda da belirttiğimiz gibi, toprak reformunun da savunucuları
İngiliz liberal iktisatçılarıdır. Bu bağlamda, çıkarından olacağını anlayan
bizim vekiller de bu reforma karşı çıktı.
Bu konuyu biraz daha açarsak
“...Cumhuriyeti kuran kadroların tarihsel olarak geri (askeri
ve sivil) bürokrasi, ayan, eşraf, ağa, şeyh, komprodor, burjuvazi vb.) sosyal
sınıflara dayamış olmasındandır. Eğer bir ideolojinin gücü temsil
ettiği toplum sınıflarının (burada hakim sınıfların) gücünün ideolojik
plana yansımasıysa, emperyalizm çağında bu sınıfların ilerici bir rol
oynamaları imkansızdı. Cumhuriyeti kuran kadroların bu niteliği
veri olduğunda, ideolojik boşluğun resmi ideoloji ile doldurulması bir
“zorunluluk”tu. Böyle bir resmi ideolojiye dayanarak yapılacak
şeyler de sınırlıydı...” 37
Zaten o yıllarda sosyal sınıf olarak onlardan başka ne vardı ki, ağa, şeyh,
hoca yüzyıllardan beri bu halkı cahil bırakmadımı, biraz sivrilenlerde asker
olma yolunu tutmaktaydı. Işçi yok denecek kadar azdı. Köylü sınıfı yüzyıllardan
beri ağaların ve hocaların güdümünde birer kul anlayışıyla ırgat gibi
çalışmadılar mı. E peki devrimi yapanlar niye köylü sınıfıyla örneğin dayanışma
içinde olmadı. Onları örgütlemedi. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi devrimi
yapanlar halktan yana değildiler. Ve çünkü eğitimlerini üst tabakadan
(Saraydan) almışlardı. Bir paşanın dediği gibi “...biz sarayın ekmeğini
yedik...” işte bu anlayış ancak bunu yapabilirdi. Gerçi halktan yana bile
olsalar içinde bulundukları sistem halkın sessiz kalmasını sağlıyordu.
Artık kurulan her parti halk adına kuruldu, ama yapılan işler halkın
aleyhine işledi.
Biraz daha genelleştirirsek, burada tekrar Marx’a bir göz atmalıyız:
Marx’ın hayatını anlatan Ateşi Çalmak adlı kitapda şöyle yazar: “...İnsanlık
tarihinin itici gücü emekçi insanlardır... Düzenin, politik
kurumların özellikleri, insanların düşünce biçimleri, ideleri, teorileri,
üretim biçimine bağlı olarak oluşmaktadır. Toplumsal değerler,
toplumsal bilinci belirler ...” **
Fakat bizde yapılan Kemalist hareket, buna ister devrim deyin, ister
devir deyin veya ileri bir hareket deyin bu politik olgu, üretim araçlarında
kurulamadı, gerçekleşmedi. Yapılan sadece üst yapı hareketiydi. Yani sanat,
hukuk, felsefe, din ama alt yapı yani üretim ilişkileri değişmedi. Osmanlıdan
kalma üretim ilişkilerini değiştirmezseniz istediğiniz kadar dinden,
felsefeden, sanattan konuşun hiç fark etmez çünkü önemli olan üretim
ilişkisinin değişmesidir. O değişti mi otomatik olarak üst yapı da değişir.
Bakın bunu Marx, aynı kitap da nasıl anlatır.
“...İnsanların politik, hukuksal, sanatsal, felsefi, dinsel
görüşleri, insanlar arasındaki egemen üretim ilişkilerine bağlıdır.
Bu görüşler, üretim, ilişkilerinin değişmesiyle birlikte kökten değişir...
Toplumsal ve politik sistem, ortaya çıkmasıyla birlikte, kendisini yaratan koşulları
etkileyen bir güç haline gelir ...” **
Ve sonuç olarak büyük bir
çöküntü. Eğer bir ülkede toprak reformu ve diğer üretim ilişkileri
değiştirilemediyse, üretim ilişkileri hala ağaların elindeyse, 1950’de yaşanan
çöküntü, çöküntü olmaktan çıkar. Doğal olarak toplumda, çaresizliği bir
çare olarak algılar. Asıl bunu algılayamayan, sözde aydınalara ve ülkeyi
yöneteceğim diyenlere bu sorular sorulmalıdır. Yukarı da belirtildiği gibi
devrim veya devri yapanlar ileri harekatı tam olarak tamamlayamamış ve bundanda
zaten ağa eşraf partisi olan CHP’nin içindeki hizip ayrılarak yeni bir
parti (DP) kurulmuştur.
Ve daha sonra olanları
biliyoruz ki, bu yeni parti yapacağını yapmıştır:
Ve ne hazindir ki, bu üç sac
ayağının üçünün de ayakları kırılmıştır. Onun içindir ki, devrim, karşı devrime
dönüşmüştür. 1919 la başlayan içte ve dışta savaşımını veren Kuvay-i Milliye
ruhu 46-50 arası sekteye uğramış ve devrim, bütün devrimler gibi
gericileşmiştir. Eğer yukarı da sayılan üç saç ayağı yok edilmeseydi belki de
devrim yarım kalmayacak ve hedefine ulaşacaktı. Çok partili sisteme geçişimiz
ki, bu büyük bir iddiadır! bence erken olmuştur.
Toprak reformu ve Köy
Enstitüleri uygulaması hedefini bulana dek, tek partili sistem sürmeliydi.
Devrim Halkın devrimidir! Öyleyse komprodorların, tefecilerin, şeyhlerin,
kısaca hakim sınıfların devrime uymaları sağlanmalıydı. Eğer sağlanmamışsa
yarım kalan devrim bu anlayışla tamamlanmalıdır.
“...Çok geniş bir özgürlükler ve haklar savunucusu olarak ortaya çıkan Demokrat
Parti yönetiminin ve hükümetlerinin 1950-60 arası uygulamaları, bu
uygulamalarda Türk Devriminin gelişme yönünde; devrimin özüne ve doğrultusuna
aykırı girişimleri, ekonomi de plansız, izlencesiz, savruk bir siyasa
izlenmesi, dışa bağımlı bir anamalcı bir kalkınma yönetiminin benimsenmesi,
bunların yarattığı huşnutsuzlukları ve karşıt düşüncelerin yasa değiştirerek,
vs 38 ..” bunun sonucun da halka yapılan baskılar, D.P'nin sonunu
hazırlamıştır.
1961 Anayasasıyla toplumda ve
yasalarda değişiklik olmakla birlikte, artık olan olmuş ve var olan yasalar ne
yazık ki kısa bir süre uygulana bilmiştir.
"...1961 Anayasası’nın
ulusça kabul edilmesinden sonra çeşitli siyasal partiler ya tek başlarına ya da
ortaklaşa hükümetler kurmuşlar, devleti yönetmişlerdir. Fakat Türkiye’de hala
toprak dağılımında, gelir dağılımında, devlet olanaklarının bölgeler arası
dağılım da, ödenen vergilerde devrimin ön gördüğü bir düzenlemeye
gidil(e)memiş, ulusal sanayi tam anlamıyla kurulamamış, toprak reformu
yapılamamış, dar gelirli yığınların nicelikleri oranında örgütleşmeleri,
yönetime atılmaları, ulusal gelirden yararlanmaları sağlanamamıştır..."
39 Ama şuda var ki, 1961 Anayasası sayesinde Türk Halkı. Emeğin,
özgürlüğün ve adaletin ne olduğunu, az da olsa tanıyabilme şansını elde etmiştir.
En önemlisi ise, sendikaların
varlığını! ve sendika içinde kalarak mücadele etmeyi, dayanışmayı ilk
olarak halk’a öğreten, böylece hakkını alabilmek için mücadele
alınabileneceğinin, ilk adımını belirleyendir 1961
Anayasası.
Belki de 1961 Anayasası sayesinde
bir çok insan BİREYLEŞME, YURTTAŞLAMA, sürecine geçecekti! hakkını alabilen, özgür bir
birey, özgür bir yurttaş?. Ama hayır? Bunları biz öğrenmemeliydik. Bize
birileri, bazı olguları kendi bildikleri gibi öğretmeliydi. Çünkü düzen
değişirdi!. Sonra ne olurdu...
1971’de yüce? değerlerimizi
korumuk adına, askeri muhtıra verildi.. Işte bu muhtıra sonucunda, 1961
Anayasası törpülenmişti.. Yani yasalar çok bol bulunmuştu.. Çünkü halkımız!
Henüz buna hazır değildi!. Hazır olursa eğer (üç-beş) kişi gelir, yasaları
belirlerdi.. Çünkü onlar en iyisini bilirdi. Halk henüz hazır
değildi!.
Bunu ise belki farkında değildik ama , dünya merkezlerindeki
emperyalistlerle, bizi hep bir şeylerin adına yönetecek olanlar yapıyordu.
Sömürü ve baskının bir aracı olan bilim ve teknoloji, hem emperyalist
Batı’ya Dünya’nın zenginliğine el koyma olanağı verdiği için Batılılaca itiraz
edilmiyor, hem de az gelişmiş ülkelerdeki işbirlikçi
oligarşiler ve onların çevresi sömürüden pay alabiliyorlar. Aldıkları
bu pay karşılığında kendi halklarına zulmederek, baskı ve devlet terörünü
sürekli gündemde tutatarak, eski sömürgeci yöneticilerin uyguladıkları baskıyı
bile geride bırakıyorlar. Üstelik bunu “ulusallık” , “ulusal
çıkar”, “ulusal güvenlik”, “birlik ve beraberlik” gibi kavramların gerisine
gizlenerek yapıyorlar.
İşte bu bağlamda, dünya konjöktöründen kopuk olmayan Türkiye, Bilim ve
teknolojiyi Batılılar tarafından aldığı için sömürülmektedir. (ama T.C bunun
farkında olmayıp çağdaşlaştığını zannetmektedir.) Oysa kolaya kaçmayıp da,
kendi bilimini kendi üretse sömürülme diye bir derdi olmayacak. Ve ufak bir
zümre de (oligarşi) büyük bir çoğunluğu (halk) yönetme gibi bir ahlaksızlığa
girişmeyecektir.
Ama süreç içinde Türkiye’de hiçbir şey olmaz, olamaz. Hele hele
evrimleşerek, teorik ve pratikte asla!. Zaten 1980 askeri darbesi de, esas
darbeyi vurmamış mıydı.. 12 Eylül 1980 darbesi aslında, uluslar arası pazar
kavgasının ufak bir oyunudur ve bunu emperyalizm, ezilen devletlere hep yapar.
Ülkemizi 1950 ve 71’de siyasi açıdan boyunduruğuna geçiren kapitalist saldırı,
1980 darbesiyle ekonomik olarak ele geçirmesini bilmiştir.
Emperyalist devletler, dış ülkelerde yetiştirdikleri ekonomistleri,
Türkiye’ye yollayarak ülkemizi kapitalizmin vahşetine bırakmıştır. Ama önemli
bir olguyu unutmuşlardır. Bu ülke de hala 23 devriminden kalma atılımlar her ne
kadar törpülense de, yaşamaya devam ediyordur. Ve hala ulusçuluk, hakimiyetini
sürdürmeye çalışıyordur. Bağımsızlık ruhu, hala ve hala vardır. İşte bu
anlayışta onlara göre kırılmalıdır. Bizim yapmamız geren olgu oturmak değil,
pratik de bunu göstermek olmalıdır .
Tabii 12 Eylül, bir de
yanında, ekonomik yozlaşmayı getirmiştir. Kısaca vahşi kapitalizmi, yeni adıyla
Küreselleşmeyi. Tabii küresselleşme, sermaye demek oluyor doğal olarak. Sermaye
her şeyden önce paraya bağımlıdır. Para nereye giderse o da oraya gider. Ve
para adına herşeyi yapar.
Bununla beraber gelen kapkaçı
anlayış. Ülkemizde yozlaşmayı, kirlenmeyi getirmiştir. Ama sermaye’nin de
yaşaya bilmesi için üretmesi gerekmektedir. Eğer üretmeden kazanç yolları
arayan bir sermaye’ye izin verilmişse buna gerici bir sermaye denir. Böyle bir
sermaye emekten yana olamaz. Bu sermaye ancak kaçak işler yapar. Vergi
kaçırmak vb gibi. Kısa süre sonra sizin ülkenizi de çirkefe sokar.
BÖLÜM 8
-NELER YAPILMALIDIR-
“...O halka inanıyor, O'nun içindeki ölmez cevhere bel
bağlıyordu.''.. diyor. Gerçekçi Mustafa Kemal biliyordu ki, Ordular
dağılabilir, silâhlar işe yaramaz olur. O, dağılmayacak ve yıkılmayacak bir
kuvvete dayanmak istiyordu. Dağıldıkça büyüyen, kırıldıkça bilenen bir kuvvete
arkasını vermek istiyordu. Bu kuvvet, kağnısı ile Anadolu yollarının uzun
gecelerini bir sancı gibi inleten Türk kadınının çilekeş göğsünde çarpıyordu.
Bu kuvvet, dağdaki çobanda, köydeki rençber de, bir köşeye çekilmiş emekli
askerde ve memurdaydı. Bu kuvvet dağınıktı, yorgundu, açtı. Daha doğrusu
görünürde yoktu. İşte Mustafa Kemal mantıkça yok olan bir kuvvete el atmış ve
bunun köklülüğünü, dağılmaz ve yenilmezliğini anlayarak ve ona inanarak, rütbe
ve nişanlarını Sarayın yüzüne fırlatarak ''Sine-i Millete bir Ferd-i' Millet
olarak'' mücadeleyi başlatmış ve zafere erdirmiştir...” 40
Evet bu öyle bir olgudur ki, her yenilik bir süre
sonra eskimek zorundadır. Bu tarihsel bir koşuldur. Ama böyledir diye de,
hiçbir şeyi yenilememek demek olmaz. O zaman genç olamazsınız. İşte buna
Diyalektik diyoruz. Hele bu yeniliği yapanlar bir de, sırtını halkına
dayamışsa zaferden zafere koşarlar.
Şunu hatırlamamız gerekir ki, her yenilik daha önce de
belirttiğimiz gibi bir süre sonra eskimek zorundadır. Çünkü eskiden yeniliği
isteyen gençlik, hakkını almak amacıyla iktidara gelmiş yasaları değiştirmiş,
amacına ulaşmıştır.
İşte bu aşamadan sonra muhafazakarlık başlar. Eğer
kendisinden sonra gelen gençliği anlayamazsa ki, anlayamaz, eskiden kendilerine
yenilikçi diyen “muhafazakarlara” iktidara alternatif
olarak daha da “ilerici” ve “yenilikçi” ve
bu yasaları beğenmeyip yepyeni öneriler getiren yepyeni dinamik bir gençlik
çıkacaktır.
Amacımız "Tam bağımsız, demokratik, laik
devlettir". Cumhuriyetimizi ancak ve ancak böyle kurtarabiliriz.
Unutmayalım ki, ulusal bir devlet, bağımsız olmadan ulusal olamaz. İsterseniz
ulusal bir devletin tanımına bir bakalım:
"...Soy, dil, din, ülke, ortak tarih gibi pek
çok maddi-manevi etmenin bir ulusun ortaya çıkışında önemli olduğu
kuşkusuzdur. Ne var ki bütün ‘etmenlerin' birlikte yaşama isteğinin
varlığında düğümlendiğini savunun görüşlere katılmamak da zordur. Böylece ulus,
büyük bir dayanışma ve yurtseverlik duygusu ile kaynaştırılmış etmenlerin
oluşturduğu bir toplumsal varlık olarak algılanabilecektir... 41
Bunlar
önemli olsa da, eğer ulus tanımını din, ırk, soy, gibi etmenlere bağlarsak,
bu ulusçuluk aşağıda değineceğimiz gibi zararlı da olabilir. Ama bizim
ulusçuluğumuz bu tür ulusçuluk olmadı diye de, hiç olmaz demek, saçma bir
iyi niyet gösterisi olur.
...Ulus
kavramı ve ulusal devlet kavramı, yabancı boyunduruğuna karşı bir direnme gücü
verir olmaktadır. Öte yandan ulusçuluk akımı, daha demokratik bir düzene
geçişin de itici gücüdür. Çünkü uluslar geleceklerini ancak kendi içlerinden
seçtikleri meclis ve hükümetlere emanet edebilirdi...42
Başlangıç her ne denli böyle olsa da, eğer ulus devlet
anlayışı, yalnızlaştırılırsa yani egemenlik elden giderse: Ulus kavramı
değişebilir....Ulusçuluk 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa'da saldırganlığın
ve halkları birbirine kırdırtmanın bir aracı olarak kullanıldı. Emperyalist
ülkeler, dünyanın geniş bölgelerini sömürgeleştirmelerini böyle saldırgan bir
ulusçuluk anlayışına dayanarak haklı göstermeye çalıştılar. Sonunda ulusçuluk
kimi dönemlerde, uluslar arasında bir hiyerarşi olduğunu ve kimi ırkların “saf” ve
ötekilerden “üstün” olduğunu savunan ırkçı bir nitelik de
kazanmıştır...43
“...‘Nasyonal (Ulusal) Sosyalizm,’ adı altında “Faşizm”,* kuruluşundan
başlıyarak (iç ve dış), sanayici ve bankacılardan yardım gördü. O dönemde iş
adamlarının kitleleri kandırabilecek, hem de tekelci sermaye çıkarlarını
yansıtabilecek bir öndere gereksinmesi vardı; geleneksel partiler bu işlevi
yeterince üstlenemiyordu...” 44
Dolayısıyla
Alman iş adamları da Hitler’e desteklerini esirgemediler.
İşte Mustafa Kemal halkına sırtını dönmediği ve halkı
ile birlikte Ulusal Bağımsızlık Savaşı verdiği için bunun sonucunda ise,
emperyalistleri vatanından ulusça top yekün kovdukları için, sevilmekte ve
sayılmaktadır. Çünkü Mustafa Kemal, ulus’ça Mustafa’dır. Kemal ’dir. Ama, Paşa
değil. Anadolu topraklarına gitmek ne demektir. Ve bu günümüze kadar gel-
miştir.
Her ne denli Mustafa Kemal’i çok çok yüceltip
unuttursak’ta, Anadolu halkı ona yapılan iyiliği asla ve asla unutmaz.
1982 Anayasası’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin
nitelikleri arasında Atatürk Ulusçuluğuna bağlılığın, hem
devletin ulusal niteliğini belirttiğini, hem de ulusallıktan" ne
anlaşılması gerektiğini ortaya koyduğunu söylemek mümkündür.
Bir olgu daha vardır ki, her siyasal rejim,
beraberinde de ekonomisini yanında getirir. Demin 1982 darbesi anayasasından
bahsettiğimizde orada anayasamızın ulusçuluğundan bah- setmiştik. Ama ekonomik
alanda yapılan vahşi kapitalizmden bahsetmedik. İşte tam da burada Özal’la
başlayan güya serbest piyasa ekonomisi süreci bakın ülkemize neler getirdi.“
...24 Ocak’la başlayan ve asıl işleyişini 12 Eylül’de bulan süreçle,
burjuvazi, aleyhine döndüğünü algıladığı ‘sermaye–emek’ çelisini değiştirmeye
girişti... Olağan olarak bu da kapitalist sistemin bir isteği idi. ...böylece
de artık süreklileşen devalüasyonlarla birlikte, ihracata (dış pazara)
yönelik bir sermaye birikim modeli yürürlüğe konulacaktı... 45
İşte bu
çıkar ilişkisinde doğal olarak galip gelen sermaye oldu. İktidarın desteği ile,
var olan kamu mallarını kendi malı yapan özel sektör. Böylece emeği daha rahat
sömürecek ve devlette bu gibi ağırlıkları başından atmış olacaktı. Böylece emek
ucuzlayacak, sermaye diğer dış sermayelerle rekabetini çoğaltacaktı. Ama ne
uğruna!.. Uşak olma uğruna!.. Artık böyle bir ülkede de ulusallcıktan
bahsedilebilir miydi!. Tabii ki hayır. Hele hele sosyal bir devletten asla!.
Çünkü özelleştirme adına, küreselleşme adına diyerek uluslar arası sermaye bizi
de sömürmeye başlamıştır.
Ekonomik
özgürlüğünü kaybetmiş bir ulus’da da, ulus'u ulus yapan değerlerden konuşmakta,
yalnız ve yalnız sözde kalır. Çünkü ekonomik özgürlüğü olmayan bir ulusun, siyasal
özgürlükleri olamaz.
Eğer bir
ülke ilk olarak ekonomik olarak güçlenmek istiyorsa, bunun yolu teknoloji
üretmekten geçer, teknoloji üretildikten sonra doğal olarak sermayeside
arkadan gelir. Yani o devlet ekonomik özgürlüğüne kavuşur. O olduktan sonra da,
siyasal özgürlük kazanılmış olur.
Bakın bunu
Marx nasıl anlatır.
“...Dostlar,
yeni bir teknolojik devrimle karşı karşıyayız. Teknolojik ilerleme gelecekte
ekonomik bir devrime yol açacak; bu ekonomik devrim ise mutlaka politik bir
devrimle sonuçlanacak...”46 tır.
Tabii tüm bunlarda bilime ağırlık vermekle olabilir.
Eğer bir ülke de bilim yoksa, bilimsel üretim yoksa, düşünceye pranga,
her türlü düşünceye pranga vuruluyorsa, o ülke’de bilim olmaz, olamaz.
Bilimin olmadığı yerde de, teknoloji olamaz. Teknoloji’nin olmadığı yerde de,
ekonomi olmaz. Onun için her türlü düşüncenin serbestçe seslendirilebileceği
bir ortamın yaratılması gerekmektedir. Ve böyle bir siyasal erkinde bütün
dirençlere rağmen yaşaması vaz geçilmez bir olgudur.
Kısaca
özetelersek:
Eğitim (Bilim)
Emek
Teknoloji
Ekonomi
Siyaset diye sıralayabiliriz
Tam
bağımsızlık demek ise, bütün ülkelerle ilişkimizi kesmek demek, kendimizi diğer
devletlerden soyutlamak demek değildir. Tam bağımsızlık demek, ekonomik
özgürlüklerine sahip olmak demektir. Ekonomik özgürlükler olunca da siyasal
özgürlüklerde beraberinde gelir.
Peki nasıl
bağımsız bir devlet olunur?
"...Ulusal
bir devletin başka bir boyutu da dışarıya karşı devletin bağımsızlığını, içerde
ise demokratik bir yönetimin varlığını gerekli kılmasıdır. Gerçekten de kendi
ulusunun istencinden başka bir istence bağımlı olan bir devlet ulusal bir
devlet olamayacağı gibi, ülke içinde de ulusun istencinden kaynaklanmayan bir
iktidarın varlığı bu ilke ile çelişecektir.. 47 Bağımsız
olmanın temel yolu, M. Kemal ATATÜRK'ün de yapmış olduğu gibi, hem doğu hem de
batı’daki komşularımızla 'Yurtta Barış, Dünyada Barış' anlayışından
yola çıkarak çok iyi ilişkiler kurmakta yatar.
Bizlerin de çevremizdeki komşu devletlerle tekrar iyi
geçinmemiz, iyi ilişkilerde bulunmamız gerekmektedir. Dış işleri de, her
devlette olduğu gibi, ulusun çıkarına dayalı ilişkilerdir. Ülkemiz hem
ekonomik, hem demokratik, hem ulusal, hem politik, hem de etnik grup (köken)
bakımından, çevresinde bulunan komşularıyla iyi geçinmesi, iyi ilişkilerde
bulunması, çıkarı açısından jeo-politik bir gerekliliktir. Eğer ekonomik olarak
çevremizdeki ülkelerle, birden çok ulusal ülkeyle iyi ilişkide bulunup,
alışverişimizi bu ülkelerle yaparsak, tek bir ülkenin güdümünden kurtuluruz.
Kısaca bir çok ülke ile iş birliği yaparsanız, o ülkeler birbirleriyle rekabet
eder ve sizin üzerinizde 'te kel' oluşturamazlar ama tek bir devletle iş
birliği yaparsanız, ileride o devletin bir ‘eyaleti’ olursunuz.
"...Dış egemenlik devletin bir başka devlete bağımlı
olmaması ve öteki devletlerle hukuken eşit konumda olması anlamına gelir..."
BÖLÜM 9
Kısaca ulusal bir devletin yapması gereken olgu,
ulusal devletlere karşı olan Yeni Dünya Düzeni'ne yani emperyalizme
karşı gelmekte yatar. Eğer emperyalizmin zincirlerinden kurtulmak
istiyorsak ilk önce kendi kültürümüzü koruyup güçlendirmemiz sonra ise ulusal
bağımsız devletlerle kültürel iletişim de bulunmamız gerekmektedir. İşte o
zaman batı kütürü- ne karşı bir alternatif yaratmış oluruz. Batı kültürü
denildiğinde -emperyalist- sömürgeleri olan batı devletlerini anlamalıyız. Doğu
kültürü denildiğinde de ancak ulusal ve bağımsız olan anti-emperyalist doğu
devletlerini anlamalıyız. Bu devletlerde, ezilmişliğin ve sömürülmenin vermiş
olduğu bağımsızlık duyguları doğal olarak vardır. Bağımsız bir devlette ulusal
bir anlayış olamazsa zaten bağımsız olamaz. Batı kültürü, “tez” Doğu kültürü,
“karşı-tez” olur ve bundan da “sentez ” oluşur.
23 Aydınlanma Devrimi teokrasiye karşı net bir tavır almıştır. Ve bunda da 1946'lara dek başarılı olmuştur. Ama “eşraf”a karşı net bir tavır alamadığı için devrim yarım kalmış, 46' lardan sonra da “eşraf” ağırlığını koymuş, Köy Enstitüsü gibi, Halk evleri gibi, Toprak reformu gibi büyük atılımları engellemiştir. Kısaca feodalite CHP gibi devrimci bir partide bile üstünlüğü sağladığı için bu atılımlar yapılamamıştır. Çünkü devrim eşrafa dayanıyordu. Ama bu tarihin akışında zaten vardır, her devrim muhafazakarlığı kendi içinde doğal olarak getirir.
İşte şimdi yapılması gereken olgu, tüm ilerici,
çağdaş, unsurların. İster buna güç birliği deyin, ister milli demokratik devrim
deyin veya yarım kalmış bir devrimi tamamlamak için yapılanlar deyin ne
derseniz deyin, bizim yapmamız gereken olgu bu unsurlarla ortak hareket edip,
ilk önce "toprak reformuyla" feodaliteyi yıkmak, daha sonra da
yeniden hortlatılmak istenen teokrasiyi "halk evleri benzeri, yani halkın
içine girerek ve Köy Enstitüsü benzeri, yani üretimden gelen eğitim
sistemi" ile bu güçleri ortadan kaldırmak olmalıdır. O olduktan sonra
birliğin aşağıdaki şu üç ana sorunun çözümünü bulması gerekmektedir:
1-Düzeni, emperyalist sistemlerin boyunduruğundan
(Y.D.D) kurtarmak. Ve amaç sırtını halkına dayamış, demokratik
bir halk rejimi olmalıdır.
2-Yoktan var edilmiş burjuvaziyi, ulusal, bağımsız bir
burjuva haline sokmak ikinci amaç olmalıdır.
olmalıdır.
3-Ve en önemlisi ulusal burjuvazinin, ulusal kültürü
desteklemesi. Gerektiğinde iktidar kendi yetkisini de kullanarak ulusal
burjuvanın, ulusal kültürü desteklemesinde yardımcı olması gerekmektedir. Ve
bu üç ana temel de kendi içinde bir çok ara bölüme ayrılmıştır.
a-Gümrükler yukarı çekilmeli ve ulusal onur korunmalıdır. Ulusal onura saldıran
kim olursa olsun cevabı aynen verilmelidir
b-Bağımsızlığımızı tehlikeye sokacak her türlü etken derhal dışarı
çıkartılmalı, kendi ulusunu düşünmek birinci ilke olmalıdır. (üs, yabancı
asker, silah, uçak) gibi bağımsızlığımızı engelleyen olgular kapatılmalıdır.
c-Sermayeyi devlet yönlendirmelidir.
d-Eğitim birliği derhal sağlanmalı, okula gidemeyen
yurttaşları devlet okutmalıdır. Eğitimin kalitesi artırılmalı, eğitimin
götürülemediği yer olmamalıdır. Eğitime karşı çıkan kurum ve kişilere gereken
yaptırım yapılmalıdır.(şeyh,ağa vb. gibi)
e-Döviz yasaklanmalı, döviz büroları kaldırılmalıdır.
Türk Lirası değerlendirilmelidir. Paranın Dünyaya açılımı yasaklanmalıdır
(Konvertibilite). Gerekirse borçlar ödenmemelidir.
f- Eğitim, Sağlık gibi toplumsal kuruluşlar, belli bir
noktaya dek parasız olmalıdır.
g-Toplumun mallarını başkalarına satmak hoş
görülemez!.. Ne iç sömürücülere, ne de dış sömürücülere toplumun malını satmak,
en büyük yaptırımla cezalandırılmalıdır.
h-Komşularımızla iyi geçinmek ulusal çıkar açısından
vazgeçilemez bir olgudur. Komşularımızla iyi geçinmemiz ve Emperyalizme karşı
(anti-empertyalist) tavır almamız gerekmektedir.
ı- En Önemlisi bunlara karşı tavır alabilecek bir
siyasal anlayışın (kadronun) bir an önce iktidara taşınması gerekmektedir.
Kısaca:
Madde e’de yazdığımız gibi gerekirse borçlarımızı
durdurmalıyız.
Bunun bir çok sebebi var. Şimdi böyle söyleyince aklımıza Osmanlı’nın
başına gelenler geliyor olabilir.
“...Artık Dünya’da para tahsili için Duyun-u Umumiye gibi çok özel
idareler oluşturmak gerekmiyor. Borçları tahsil etmenin daha rafine yöntemleri
söz konusu ve bu iş İMF ve DÜNYA BANKASI ve “uluslar arası kuruluşlar”
aracılığıyla yapılıyor...”Ama şu da var ki borçlu devletler birleşip borçlarını
ödemezse “Uluslar arası Bankalar” ve Dünya Bankası çok zor durumda kalablir.
“...Brezilyalı İktisatçı, ‘Celso Mong’ Bir milyon borcum olsa işim bitik, ama
50 Milyar borcum olsa bankanın işi bitik’ derken, bağımlılığın bu boyutunu
vurgulamak istemişti...
Belki kötü bir örnek olabilir ama, belirtmeden geçemeyeceğim Dünyanın en
çok borcu olan ülkesi, (Amerika Birleşik Devletleridir.)
Borçlarımızı durdurmanın dört sebebi var;
1-
Ekonomik Olarak;
“....Borç
ödemeleri, azgelişmiş ülkeler için bir talan halini almış durumdır. Sadece
1985’te borç ödemeleri yabancı sermayenin kar transferleri ve sermaye kaçışı
yoluyla yoksul ülkelerin uğradıkları kayıp 240 MİLYAR dolardı. Bu rakam,
1949-52 yıllarını kapsayan dört yılda MARŞHALL planıyla açılan kredilerin
dört katıdır...
Zenginler Kulübü, ticaret hadlerini azgelişmiş ülkeler
aleyhine bozulmasına neden olarak ( ihraç ettikleri ürünleri sürekli
pahalandırıp ithal ettiklerini ucuzlatarak); borç faiz oranlarını sürekli
yükseltip değişken faiz uygulayarak, korumacı önlemleri artırarak, yoksul ülke
yöneticilerini yozlaştırarak söz konusu ülkelerden sermaye kaçışına uygun bir
zemin oluşturarak vb... borçlu ülkelerin boğazını iyice sıkıyorlar...
2-Ekolojik Olarak
;...Ekolojik bakımdan da borç ödemelerinin
durdurulması gerekiyor. Zira dar anlamda Batı finans kuruluşlarının ve onun
gerisindeki “azınlığın” çıkarlarını koruyup sürdürmeye hizmet eden borç
ödemeleri, ekolojik dengeleri zorlayıp çevrenin tahribini hızlandırıyor ve
gezegen üzerindeki tehdidi daha da derinleştiriyor. Eğer geçerli eğilimler
tersine çevrilmezse, insanlığın geleceği küçük bir azınlığın çıkarı için feda
edilmiş olacaktır...
3-İnsan Hakları Açısından;
...İnsan
hakları açısından da borç ödemelerinin durdurulması gerekiyor. Zira mevcut
durum, tüm yasal düzenlemelere öncelik taşıması gereken İnsan Hakları Evrensel
Beyannamsinede aykırıdır. Zira dış borçlar yoluyla gerçekleştirilen yağma,
köleleştirmenin yeni bir biçimi ha lini almış durumdadır. Söz konusu
Beyannamenin dördüncü maddesi köleleştirmeyi açıkça yasaklamaktır...
4- Yasal
Bakımdan;
...Yasal bakımdan da borç ödemelerin
durdurulması gerekiyor. Şunu hemen ifade etmeliyiz ki, azgelişmiş ülke
hükümetleri söz konusu ülkelerin halklarının çoğunluğunu temsil etmiyor. Bu
ülkelerin çoğunda kanlı diktatörlükler iktidarda ve “kendi” halklarına karşı
adı konmuş veya konmamış bir savaş açmış durumdadırlar. Bugün azgelişmiş
ülkelerin insanları borçlarını ödeme pahasına canlarını veriyorlar ve insanca
yaşam koşullarından daha da uzaklaşıyorlar...”
48 İşte emperyalizmin en iyi yaptığı beceriklilik (yaşama
savaşı), belki de başka başka devletlerin yöneticilerini ilk önce kendisi gibi
eğitip sonra da istediği ülkeye atama sanatıdır? İnsanlığı milletlere,
milletleri dinlere, dinleri aşiretlere, aşiretleri vb.. gider. Ve böylece
ülkeleri bölmeye çalışır, savaşlar çıkarır, ama unutmasın ki başka ülkelerin
halkları da düşünmektedir.
“...Bugün Türkiye’nin yalnızlığı, "Türk"
olmaktan değil, Türkiye'ye yön veren politikaların sınıfsal karakterinden
kaynaklanıyor. Aslında Türkiye'nin bir yalnızlık duygusuna kapılması.. için
günümüz dünyasında objektif bir temel yoktur. Tersine, Türkiye dünyanın büyük
bir çoğunluğu ile birleşebilecek çıkarlara sahiptir. Ancak Türkiye ile
potansiyel dostları ile arasına giren engeller vardır. Hegemonyacılığa,
emperyalizme, sömürgeciliğe, ırkçılığa karşı kararlı ve tutarlı bir tavır bu
engelleri ortadan kaldırmanın dış politikadaki anahtarını verir...”
49
Bakın bunu Musafa Kemal Atatürk nasıl anlatır.
Arkadaşlar; “..Hükümet merkezi düşmanların şiddetli çemberi içinde
İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını
koruyacak... kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle,
devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı, yapamazlar da. ...
İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi
yerine getirmek, doğrudan doğruya ulusun kendisine kalıyordu ... İşte buna
Kuvayy-ı Milliye diyoruz.”...50
“...SANKİ MUSTAFA KEMAL BUGÜNLERİ ANLATMAKTADIR...”
BÖLÜM 10
Amaç; Tam bağımsız, anti-emperyalist bir ülke
yaratmaktır.. yapılan Kemalist devrim tekrar karşı devrime geçmiştir. Ülkemiz,
hala yarı feodal, yarı teokrat, kapitalist bir sürecin için de bulunmaktadır.
Teokrasi ve feodalizm bitmeden, uluslaşma süreci başlayamaz! Bugün evrensel
burjuva ile birleşmek isteyenler, İkinci cumhuriyeti isteyenlerdir. Feodal ve
dinsel sermayeler, emperyalizmle işbirliği yapmaktadır.
Teokrasi yıkılmadan, feodalite, çökertilemez. Çünkü
feodalite, teokrasiyi zaten için de barındırmaktadır. Yani ağalar şeyhleri
beslemektedir ki halk cahil kalsın. Yani belki acı ama tekrar başa dönmüş
durumdayız. Sistemin bir başka özelliği de kendine bağladığı devletleri
yalnızlaştırma politikasıdır. Sistem eğer ulusal devletleri yalnızlaştırırsa
daha kolay idare edebilecektir, hemen ardında ise yalnızlaştırdığı devletlere,
düşman bulma gibi bir özelliği olmasıdır. Düşman bulmalıdır ki, o devlet başını
kaldırıp uyanamasın! Uyanamasın ki; sömürge devletçikleri olsun.
1919’da varolan devrime karşı, 1950’de yapılan karşı
devrim ve 1980 darbesinin, gericilere vermiş olduğu ödünler yüzünden, ülkemiz
hala ulusallaşamamıştır. En ilginci devrimden sonra başa gelenler ülkemizi
ulusallaştırma sürecine sokmadan, insanımızı emperyalist sistemin kucağına
atmıştır.
Sonuç olarak: Uluslaşma bilincine erişmemiş insanlar,
birden bire sermaye ile (kapital ) karşılaşma gibi bir sonuçla karşılaşınca ve
paranın da devleti olmayınca ortaya böyle bir ülke çıktı. Bir türlü ulus
olamayan insanlar. Bugün ülkemiz, emperyalist güçlerin
böl-parçala-yönet-geri çekil politikaları ile, iç ve dış güçlerin uyguladığı
politikalar yüzünden yıllardan beri devletimiz tembelleştirilerek, üretim
azaltılmış, tüketim özendirilmiş, sanki ülke borç almaya zorla itilmiştir.
Kısaca içteki siyasal gücün ekonomik çıkarı ile, dıştaki ekonomik gücün siyasal
çıkarı kesiştiği için cumhuriyetimiz zor durumdadır. Somut çözüm önerisi,
Demokratik Kitle Örgütleri’nin, ulusal ve bağımsız siyasal parti ve
sendikalarla, ortak hareket etmesidir.
Hatta ve hatta: Nasıl ki, emperyalist devletler kendi
çıkarları için ortak hareket ediyorsa. Ulusal devletlerde kendi ulusal
çıkarları için ortak hareket etmelidir. Bunlar da ortak paydalar da çok kolay
anlaşılabilir. Yoksa emperyalist devletler, Yugoslavya gibi, Irak gibi,
istediği yeri istediği zaman işgal etme cüretini gösteriyorlar ve her an bizim
memleketimizde dahil olmak üzere her an işgal edilebilir.
Diyalektiğin babası bakın bunu nasıl açıklar. “...Doğada olduğu gibi, toplumlarda da yeni yeni doğan her şey
diyalektik olarak değişime uğrar, sağlamlaşır güçlenir gelişir, daha sonra da
yerini güçlenmiş sürgünlere bırakarak, aşama aşama solar ve yok olur; yeni bir
dü- zenin çekirdeğini besler...” “...Her yeni toplumsal-ekonomik düzen,
serpilip olgunlaştıktan sonra ölmeye ve yerini daha da mükemmeleşmiş bir düzene
bırakmaya mahkumdur. İlkel toplum düzeninin yerini köleci toplum düzeni,
feodalizmin yerini kapitalizm almıştır ve tüm bunlar üretim
biçimindeki değişiklik ve gelişmeyle bağlantılıdır...”51
Evet
ilericiliğin solculuk, gericiliğin sağcılık olduğunu biliyorsak, “ülkemizi kurtarma
bilinci” yine ve kaçınılmaz olarak ilericilere düşmektedir. Bu bağlamda
diyalektik bilimden, akıldan, değişimden yana olan herkesle güç birliği
vazgeçilmez bir olgudur. İyi de nasıl bir güç birliği?..
Bu soruyu
sormadan önce?.. ilk önce sol ve sağ, ileri ve geri tanımlarına bir bakalım.
Eğer değişimden yana değilseniz, toplumsal konularda muhafazakarlık
yapıyorsanız ve emperyalist güçlerle işbirliği içinde oluyorsanız, gerici
olursunuz.
Bunun tam
tersi ise ilericilik ile tanımlanır. Yani araştırmalar yaparak, toplumu,
kendinizi, çevrenizi bu doğrultuda motive ediyorsanız ve en önemlisi emekten
yana iseniz tüm bu teknolojik ve bilimsel emeksel beyinsel yatırımları
görüyor algılıyor ve geleceğe yatırım yapıyorsanız yani değişime ayak uydurabiliyorsanız
bu da bir tür ilericiliktir. Solculuktur.
Bunu
cevaplamadan önce, Siyaset Bilimcilerin çizdiği tabloyu kabaca biz de çizelim;
SERMAYEDEN
YANA
EMEKTEN YANA
Sağ
Sol
TOPLUM TOPLULUK
Sağda kimler
var:
solda kimler var
1-) Topluluk52: Birincil ilişkilerin egemen
olduğu...-birbirlerine duygusal bağlarla bağlı güçlü toplumsal ilişkilerin yüz
yüze olması-...ekinin geleneksel ve türdeş olduğu kapalı yerel kümeler. (örn:
tekkeler, aşiretler, tarikatlar, küçük köy grupları.
a- Dinsel ve
Feodal kesim: Ağalar, Şıhlar,
b- Milliyetçiliğin ırka dayalı olduğunu söyleyen
kesim (şövenist)
2-) Ve bu kesimleri (kullanan) -ilişkisi olan- sözde
demokrat veya merkez sağ, yine merkeze kayan liberal ve emperyalist kesim:
Bunların çıkarları kapitale dayalı olduğundan parayı kim verirse ona hizmet
ederler. 'kompradorlar' kısacası çıkarları sömürüden yana olan
muhafazakar-milliyetçiler.
Solda ise:
1-) Toplum: 53 Belirli bir üretim
biçimiyle belirlenen örgütlü insan topluluğu...-temel çıkarlarını
gerçekleştirmek için iş birliği yapan ve ortak ekini olan toplum-...büyük insan
kümesi. (örn: sendika, parti, şehir grupları
a- Bilimsel,
akılcı ve aydınlanmadan yana olan kesim. Bu kesim doğal olarak
ilericidir.
b- Sosyal
demokratlar: Sosyal hakların tüm halka eşit bir biçimde dağıtmak
isteyen kesim.
c- Sosyalistler: Ana ilke olarak
değişmeyen tek olgunun değişim olduğuna inanan kesim. (Diyalektik
Materyalist) 54
2-) Bu üç kesiminde ortak çıkarı, bilimsel,
akılcı, ilerici ve bağımsızlıktan yana olmalarıdır.
Şemada da gördüğümüz gibi ülkemizi ayakta tutan 'üç'
tane güç var. Bunlar Toplum olabilenlerdir. İyi de bunlar nasıl bir araya gelip
güç birliğinde bulunabilirler. Bu güç birliği ancak ve ancak bazı koşulların
olabilirliğine bağlı.
Örneğin: Sosyal demokrat partilerin iktidara
gelebilmeleri için, sosyalist partilerin güçlü olması gerekmektedir. Sosyalist
(anti-emperyalist) partilerin güçlü olabilmesi için de bu topraklardan fışkıran
devrimi tanıması, benimsemesi vazgeçilmez bir olgudur. Kemalist devrimin de
halktan kopartılmaması gerekmektedir. İşte bu olduğu an 'sosyal devlet'
gerçekleşir. Emperyalizme karşı güç birlik ancak ve ancak bu üç olgunun
anlaşmasıyla ve sağ duyusuyla bu vatanda yaşayan insanların ortak gönül birliği
vermesiyle olabilir. Bu gönül birliği nasıl 20’lerde yapıldıysa her kesimi
içine kapsayarak yeniden ve tekrar mağrur bir biçimde yapılmalıldır. Çünkü
Türkiye Cumhuriyeti’nin ne bir korkocak ne de başkalarına verilecek tek bir
hesabı vardır. Bu vatanda yaşayan her kesin demokratik bir biçimde yaşamayı
çoktan hak etmiştir.
Sağcılar Kemalizmi duygusal bir biçimde kısaca Atatürk
ülkemizi düşmandan kurtardığı için, asker yanı ile tanıma yolunu seçmişlerdir.
Solcular ise Kemalizmin hem emperyalizme karşı yanını, hem de siyasal yanını
incelerler. İncelerler çünkü bilim-dışı değil bilimsel düşünürler. (Bilimsel
Materyalist) Çoğunlukla Atilla İLHAN'ın yaptığı gibi Kemalizm’e Diyalektik
Materyalist bir gözle bakarlar.
İşte somut çözüm de ülkemizde aydın dediğimiz ve
halkımızı aydınlatan kitle ile halkımızın kaynaşmasıdır. Kısacasa
aydınlarımızın olaya materyalist bir biçimde bakması ve aynı biçimde halktan
kopmaması ve bunu da halka anlatması gerekmektedir. Cumhuriyetimiz ancak ve
ancak, ulusal, bağımsız, demokratik bir çizgiye böyle çekilebilir. Bu da
bilimden yana aydınlıkçı, çağdaş insanların güç birliği yapmasını beraberinde getirirse
gerçekleşir. Bu güç birliği, 'yönetene' sivil toplum örgütleriyle, baskı
uygularsa olur. O olduktan sonra birliğin aşağıdaki şu üç temel sorunun
çözümünü bulması gerekmektedir:
Ulusal burjuva ve ulusal kültür, beraberinde bağımsız
ulusal bir devleti getirir. Ulusal kültürü ve ulusal burjuvayı oluşturabilmek
için de, emperyalizme karşı olmak ve emperyalizme karşı olan kesimlerle
işbirliği şarttır.
Denebilir ki; devrim ulusal burjuvayı yarattı, şimdi
de ulusal burjuvazi evrensel burjuva ile işbirliği yapıyor. Hayır! Çünkü
uluslaşma süreci devam etmemektedir. Yani (devrimci burjuva). Devrim yarım
kalmıştır. Teokrasi ve feodalizm bitmeden uluslaşma süreci başlayamaz. Bugün
evrensel (emperyalist) burjuva ile birleşmek isteyenler, (gerici
burjuva-sömürge burjuva) ikinci Cumhuriyeti isteyenlerdir. Feodal sermaye ile
dinsel sermaye emperyalizmle işbirliği yapmaktadırlar. Hatta ve hatta
kendilerine milliyetçiyim diyenler emperyalizme uşaklık etmektedirler.
Cumhuriyet, ne feodalizmin kalıntılarıyla, ne dinsel teokrasinin
kalıntılarıyla, ne de kendilerine milliyetçiyim diyen ve sonra da
milliyetçiliği ümmetçilikle bağdaştırabilenlerle ( Türk-İslam sentezi
kalıntılarıyla) kurtulabilir. Cumhuriyet; demokrasiyi, özgürlüğü, kendi halkı
için isteyenlerle, ulusal-bağımsız bir devlet için çalışanlarla kurtulabilir.
Emperyalizm' e karşı olanlarla güç birliği yaparak olabilir.
Aslında Anayasamızın 2. maddesi Cumhuriyetimizin nasıl
kurtulacağını belirtmektedir. II. madde ne diyor "...Türkiye
Cumhuriyeti demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletidir... 55
İşte bunu uyguladığımız zaman Cumhuriyetimizi yaşatma sorumluluğumuzu da uygulamış oluruz. Bu Anayasa maddesini özetlersek, 'ulusal' devletin görevi halkına daha 'demokratik', 'sosyal' adaleti eşit bir biçimde yayan 'laik', yani bütün dinleri yasa önünde eşit gören, hiçbir dini başka bir dinin üzerinde görmeyen ve bunu yaparken de 'yasa' kurallarını işleten bir Devlet. İşte Anayasamızın 2. maddesinin özeti. Ama uygulanıyor mu?...
Artık anlamamız gereken bazı şeyler daha var ki, bu
da, halkın ekonomik sıkıntılarını gidermek ve halkın demokratik istemlerini
çözümleyerek halkı daha çok rahata kavuşturmak olmalıdır. Cumhuriyetin,
Cumhuriyet olabilmesi için yani ulusun egemenliğini alabilmesi için, için de
bulunan aykırılıkları, çelişkileri gidermek gerekmektedir. Bu çelişkiler "bırakınız
yapsınlar, bırakınız geçsinler" felsefesiyle giderilemez. Tam tersine
daha fazla artar. Yabancılara dizginleri vermek sakıncalıdır ama özgürlük
alanlarını halkımıza bizlerin vermesi çok daha doğru ve gerçekçi bir olgudur.
Ama burada bizi ilgilendiren olgu halkımızın
özgürlüğünden çok ne durumda olmasıdır. İşte bunu çözümlediğimiz an özgürlük
sorunuda, demokrasi sorunuda beraberinde gelecektir..
Ülkemiz ancak ufak bir bölümü toplum olabildiyse, yani bireyselleşebildiyse, diğer bir bölümü ise hala topluluk ilişkisi varsa, yani o insanlar, Tanrı adına şeyh, Devlet adına, ağa' nın güdümündeyseler, hala kulluktan kurtulamadıysalar, o bölgede var olan ağalık düzeni değişmedikçe ülkedeki çelişkiler giderilemez. Bunun değişebilmesi için de uzun süreden beri yapılamayan 'toprak reformunu' yapıp, orada bulunan halk’a var olan toprakları eşit bir biçimde dağıtırsanız, toprağını ekip biçen o yöre halkı toprağına daha sıkı sarılır.
Buna birkaç örnek veririsek:
Bu bağlamda, köyden şehir’e gelmiş insanların veya feodal düzenden aklın egemen olduğu düzene gelmiş insanların, ne durumda olduklarını anlamak çok zor değildir. Eskiden kendi topluluk kurallarına göre yaşamaya alışmış insanların, birdenbire bazı kurum ve o kurum içindeki kurallara ayak uydurması, hem zor, hem de var olan çarkları aksatması bakımından sakıncalıdır. Ayrıca kurumlara ayak uydursa bile, bu uyum ters yönde olacaktır
Yani görsel olarak kurumlar var olacak, ama içerik
bakımından duygusal bağların güçlü olduğu insanları o kurumun başına
seçebilecektir. O kişi beceriksiz olsa bile, çünkü kendi çıkarı onu ön
görmektedir.
Aynı konuya başka bir yaklaşımla bakarsak, bundan
sonra o kurum kendi çıkarını korumayacak ve düşünülerek kurulsa bile, daha sonra
yozlaştığından düşünmeden duygusal bir biçimde davranmayı olağan
karşılayabilecektir.
Eğer bu kurum bir sendika ise, grev yapması gereken
hallerde grev kararı almayacak, ufak bir takım ödüllendirmelerle üyelerini
mağdur duruma düşürebilecektir. Ama zor duruma düşen üyeler de, başkanlarını
duygusal bir takım bağlarla seçtikleri için onlar da mantıklı davranamayacak ve
herhalde başkanımın bir bildiği vardır diyebilecektir. Böylece kendisi devamlı
ezilecek, ezildikçe sinecek, sindikçe daha çok korkacak ve duygusal bağlara
daha çok sarılacaktır. Belki onun seçtiği başkan lüks evlerde oturacaktır. O
aferin adama diyecektir ve böylece kapitalizmin kurallarından biri olan,
ezen-ezilen ilişkisi başlayacaktır.
Eğer bu konuya üçüncü bir gözle bakacak olursak, tam anlamıyla sanayileşmemiş ülkemizde, feodal ağaların ve kırsal kesimin kendi içindeki duygusal, resmi olmayan bir ilişki, yani topluluk ilişkisi olduğu bir gerçektir;
Demokrasiye geçtiğimiz çok partili dönemden bu yana,
kırsal kesimin topluluk anlayışı ve feodal yapının, ülkemizin bir bölümün de
hala var oluşu, düşünülerek kurulan ve çıkar ilişkilerine dayanan
meclisimizi de, bir bakıma yozlaştırmıştır. Eğer meclis, o ülkenin aynası ise
ülkemizde var olan gerçeklerden yola çıkarak o meclise ağaların seçip
gönderdiği kişilerle, topluluk kurallarına alışmış, yani duygusal bağlarla
bağlı olduğu liderini yine duygularını sömürterek meclise göndereceğinden,
çıkar ilişkileriyle kurulmuş olan bir kurum olan meclis artık halkın çıkarını
değil duyguların beslenmesini sağlayacaktır. Çünkü yönetenler, yönetilenlerin
öyle istediğini söylemektedirler. Aslında yönetenler hak talep etmeyen, hakkını
istemeyen, kısaca ne verilirse kabul eden, boyun büken, kullaştırılmış bir
halkın varlığını istemektedirler! Aslında bu yaptıkları işin totaliter bir
rejime yol açtıklarının farkında bile değillerdir.
Demokrasinin katılım olduğunu, bunun için halkın
bilinçlenmesi gerektiğini, bilinçlenen insanın, ancak hakkını arayabileceğini,
talep edebileceğini, bunun ise yönetenler için zor olsa bile, ülkemizde
Cumhuriyetin ve Demokrasinin ancak böyle yerleşebileceğinin farkına
varmalıdırlar.
Esasen bunun olabilmesi için, yönetenlerin ülkenin konumlanan gücüne değil, emek gücüne güvenmeli, halkını küçümsememeli, eğitime ve sağlığa ağırlık vermeli ve böylece uzun vade de ülkesini sömürülen bir durumdan kurtarmalıdır.
Artık Türkiye, iki de bir içinde bulunduğu jeo-politik
konumuna güvenerek, çıkar peşin de koşmasın. borç vs gibi. Türkiye’nin yapacağı
ne varsa kendi emek ve beyin gücüne dayanarak, potansiyellerini artırarak ve
üretimini fazlalaştırarak yapması, uzun vade de ayaklarını yere daha sağlam
basmasını sağlayacaktır.
Ne yazık ki, Türkiye eskisi gibi devam ederse, yalnız
kalmaya mahkum olur. Günümüzde demokrasi ve özgürlük böyle sağlanmıyor. Belki
ülkemiz böyle yaparsa kısa dönemli olarak istikrarı sağlayabilir ama bunun
sonucunda, hem askerinin canını, hem de kanını, devamlı akıtmış olur. Ve bu
ülke’ye de uzun vade de asla ve asla barış gelmez, istikrar gelmez.
Ama Türkiye Cumhuriyeti halkının gönencini düşünmüyor
da, üç beş zenginin cebini doldurmak istiyorsa başka...
BÖLÜM 11
O zaman; “..Türkiye her şeyden önce,
stratejik öneminin devamı için, yani jeo-politiğinin değeri ve yardımların
sürmesi için çatışma ve gerginliğe ihtiyaç duymaktadır. İkinci olarak, Türkiye
yardım karşılığı olarak askeri hizmetler sunduğu için militarist bir kısır
döngüye mahkum olmaktadır.. Üçüncü olarak belirtmek gerekir ki, Türkiye
egemenleri açısından iç ve dış tehditlerin artması çok karlı olmaktadır. Tehdit
kaynağı, durumudaki düşmanlar, yardımı verenleri, yani jeo-politiği satın
alanları ne ölçüde korkutabilirse, kuşkusuz Türkiye’nin payına düşen karşılık,
para ve malzeme de o denli çok olmaktadır...” 56
Bunun içindir ki; bundan hoşnut olmayan eğitilmiş
kesim! ve ağaların baskısından büyük kent- lere göç eden yoksul kesim tepki
göstermektedir. Kısaca burada 'çıkar ilişkileriyle duygusal bağlar
çatışmaktadır'. Ve ülkemiz sanayileştikçe çıkar ilişkileri daha ön plana
geçecektir. İşte o zaman mecliste bulununlar ya reform yapacaktır, ya da
ülkemiz istikrarsızlaşacaktır.
Özetlersek; Toprak reformu, Köy Enstitüleri, Halk Evleri gibi ileri atılımları kapatan. Geri bırakılmış, köhne, ağalık sistemine batmış bir devletin halkı da, doğal olarak eğitimsiz bırakılacaktır.
Çünkü, ağaya, bilen, bildiğini söyleyen adam lazım
değildir. Ona sormayan, sorgulamayan, insanlar lazımdır. Böyle bir ülke de
doğal olarak hastalar hastanelerde rehin olarak bırakılır. Sağlık sistemi
yozlaştırılır.
Halkın kurmuş olduğu yaptırımı olan kurum, halkla arasında yaptığı toplumsal sözleşmeyi gasp edecek, ama halk sözleşmeyi bir türlü iptal etmeyecektir. Devlet sormayan soruşturmayan bir halkın, devleti olmaktan sıkılacak Dünya Tröstlerinin git gel işlerini yapacaktır.
Dünya Tröstleri, Böyle bir devlette kendi çıkarını koruyacak bir aydın tipini de oluşturacaktır. Bu da bize ülkemizin kültürel, siyasal, ekonomik bir kuşatmanın içinde bulunduğunu açıkça göstermekte değil midir.
M. Kemal bakın bu konuda, ülkeleri yönetenler için ne diyor; “..Saygıdeğer efendiler, pek güzel bilirsiniz ki; Padişahlarla, halifelerle.. yönetilen ülkelerde, yurt için, ulus için, en büyük tehlike, bunların düşmanlarca “emperyalistlerce” satın alınmaları dır... Meclislerle yönetilen ülkelerde ise, en yıkıcı durum, kimi milletvekillerinin, yabancılar “emperyalistler” adına satın alınmış olmalarıdır...”
Yine evrensel bir gözle bakarsak; “...Kapitalist üretim tarzı küçük bir azınlığı zenginleştirip dünya nüfusunun giderek artan bir bölümünü yoksullaşttırmakla da kalmıyor. İnsanlığın geleceğini de tehlike ye atmış durumdadır. Dolayısıyla, sermaye uygarlığı sadece savaş, açlık, yoksulluk, sefalet, azınlık kültürlerinin tahribi, aşağılanma, manevi yozlaşma vb. üretmek kalmıyor, giderek gezegeni de üzerinde yaşanmaz hale getiriyor ..sermaye uygarlığının bunca öğünülen “başarısı” biyosferin milyonlarca, hatta milyarlarca yılda biriktirdiği ‘ekolojik sermayenin’ aşırı israfıyla mümkün olmuştur...
Ve bu israf şu an da, doğa dengelerini alt üst
etmektedir.
...Bu yüzden, kapitalizme ve emperyalizme karşı verilecek mücadele, sadece
insanlık onurunu kurtarmanın değil insanlığın geleceğini güvence altına almanında
yegane yoludur... ” 57
“...TARİHİN BİZE ÖĞRETTİĞİNE GÖRE TAHTLARI SALLAMAYA ÇALIŞAN HERKESİ DAR AĞACI YA DA ZİNCİR BEKLİYOR...” 58
Belki bizler tahtlar sallamayacağız. Ve bizi zincirler beklemeyecek ama mücadele vermek, mücadeleler vermek, dünya denen bu yer yuvarlağının üzerinde yaşayan her yurttaşın görevidir.
*****
BÖLÜM 12
SONUÇ
Gelelim yazı
dizimizin sonuna. Burada evrenselden ulusala yani bütünden teke gitmeye
çalıştım.
Sosyolojide
böyle deniyor. Bütünden teke doğru gitmek. …
Şimdi ilk
olarak küresel sermayenin faşizmle nasıl ilişkili olduğu.. ve buna karşı
çıkanları, bireysel insanın ulusal devlet adına, yurt adına yok edildiğini
yazmaya çalıştım.
Çünkü yine
belirttiğim gibi sermaye ulus devlet veya nasıl devletler olmadan, artı silahlı
güç (bu polis de olabilir yanlış anlaşılmasın) olmadan, kendini koruyamaz.
Daha sonra ise
ulusuna bağlı hükümet ile bağlı olmayan hükümetlerin ayrımını örnekleyerek ve
hangi hükümetlerin daha çok halk tarafından sevileceğini alıntılarla
betimlemeye çalıştım.
Doğal olarak
faşizm ya da kapitalizm ikincisini tercih edecektir. Hatta kendisi kendi
liderini atayacaktır.
Emperyalizm,
ülkelere demokrasi getireceğim diye gelse de, bir kez demokrasi adına bir
ülkeye girmeye görsün emperyal devlet kendi yetiştirdiği liderini hemen o
üşüştüğü ülkenini başına getirir.
Ve ayrıca kendi
ekonomi ve siyasetini, o ülkelerde kendileri uygularlar.
Halk sadece
demokrasi adına boyunduruk altına girer, yani kendilerini paraya satarlar.
Bir başka
bölümde ise giderek bütünden teke doğru gidiyoruz ya…
Emperyal
devletler şunu çok iyi bilir birileri nasıl ezen ezilen vardır diyorsa.
Emperyal devletlerde ezen ezilen ilişkisini çok iyi bilir ve görür..
Çünkü onlar
ezendir ve yaşamak için ezmek zorundadırlar.
Devletin
tanımını yukarıda da (alıntı) belirtmiştim.
Aynısını
emperyal devletlerde yapar. Kendisi burjuvadan taraf olmamak için diğer kesime
de şirin gözükür, örneğin Afrikaya yardım eder gözükür. Ama aslında acımasız
bir deccaldir. (görev adlı filmi izleyin) işte bu tanıma bakarak faşizm taraflı
ve savuırgandır. Yok etmek için yaratılmıştır.
Ve öbür adı da
emperyalizmdir.
Bu tanımı
devlet kurumu ve hükümet ve anayasa koruyabiliyor ya para adına ne neyi
koruyor!?.. unutmayalım ki anayasa da bir devlet “kurumudur”!...
***
“…Devletin
göreli özerkliğinin ikinci amacı, meşrulaştırma görevinin kolaylaştırılmasıdır.
Eğer devlet doğrudan egemen sınıfın bir kurulu gibi davranıp mali ve hukuksal
konularda açıkça onun tarafını tutsaydı, diğer grup ve sınıfların desteğini
sağlamak için etkin olmayan ve savurgan baskı yöntemine başvurmaktan başka çare
kalmazdı. Dolayısıyla devletin zaman zaman ayrıcalıklı sınıfın o günkü
çıkarlarının aleyhine olmakla birlikte, ayrıcalıksız sınıfların yararına olan
refomlar yaparak toplumdaki belirli bir çıkar grubuna karşı tarafsızlık ve
ondan bağımsızlık havası yayabilmesi gerekir. Bu yolla devlet, servet ve
küstahlığın müfrezelerine karşı mağdur durumda olanların savunucusu gibi
görünebilir. Bu sava göre, eğer burjuvazi kendi halinde bırakılırsa bir sınıf
olarak varlığının sürmesi açısından o kadar önemli olan bu tür reformlara
ödünlere karşı çıkma eğilimi gösterir. Devletin göreli özerkliği, burjuvaziyi
bizzat kendisinden koruyan bu değişikliklerin gerçekleştirilmesini güvence
altına alır…”[i]
[i] Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, yzr.
Tom Bottomore, Robert Nisbet, Hazırlayanlar. Mete Tunçay, Aydın
Uğur. Syf . 613, 614
DUYDUM
BENİ SUÇLUYORLARMIŞ
Duydum, beni
yerleşmiş inançları yıkmaya çalışmakla suçluyorlarmış,
Ama gerçekte
ben ne yerleşmiş inançlardan yanayım, ne de
onlara karşı, (Onlarla ortak ne’m
olabilir? ya da onların yıkılışıyla)
Ben Mannahatta’da, bu Devletler’in bütün kentlerinde, içerlerde, kıyılarda,
tarlalarda, ormanlarda, suları yarıp ilerleyen büyük küçük bütün
teknelerde
Ben Mannahatta’da, bu Devletler’in bütün kentlerinde, içerlerde, kıyılarda,
tarlalarda, ormanlarda, suları yarıp ilerleyen büyük küçük bütün
teknelerde
sırtımızı koca koca yapılara,
kurallara, güvenilen kişilere düşüncelere
dayamadan,
Arkadaşlığı öveceğim, bütün yüreklere arkadaş
sevgisini sokacağım
onu yerleşmiş bir inanç haline getireceğim. 59
Walt
Whitman
GÖKTUĞ ÜRKMEZ
1 Anarşizmin
Tarihi, syf 48
2 Ateşi Çalmak, syf: 100, Cilt 4 (Yaşamın Doruğu), Galina
Serebryakova
3 Anarşizmin Tarihi, syf 240,
4 Anarşizmin Tarihi, syf 460
5 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet. Syf; 612
6 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet. Syf; 614
7 Devlet ve devrim, Lenin.V.İ
8 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet. Syf; 638
9 Tek Boyutlu İnsan, Herbert Marcuse, Syf; 182
10 Anarşizmin Tarihi, syf 239
11 A.Ö.F, A.Ü . 1997. FELSEFEYE GİRİŞ,
12 G. Dimov , Savaşa ve Faşizme karşı Birleşik
Cephe syf:59-60
13 Faşizm Yazıları, Yazar Umberto Eco,
14 835. Satır şiirler I, Yazar;Nazım
Hikmet Ran, syf;167,168,169,170,171,172,173
15 Dünyayı değiştiren on yıl, Server
Tanilli, (1789-1799) , 4.basım, Cem Yayınevi ,s 43
16 Bu
Sınıfın” sözcükleri 1888 İngilizce baskısıyla eklenmiştir- Ed.
17 Kominist Manifesto ve Kominzm
İlkeleri – Karl Marx , F Engels. Çeviren Muzaffer Erdost. V. Baskı Ankara-
2002. 1.bölüm: Burjuvalar ve Proleterler ,syf: 118,119 , yol yayınları.
∞ Öz yönetim:
Toplumun kendisinden bağımsız verileri dönüştürme, yani doğalı
toplumsallaştırma, zamanı tarihsel- leştirme, gücünü öngörür. Bu ise toplumun
bir yandan doğadan. Bir yandan da kendi içinden farklılaşması demektir. Bu
farklılaşma, toplumların kendi içlerinde ve aralarında hem bütünleşmişliklerini
ya da bütünleşme olanaklarını, hem de e- şitsizliklerin ya da bunun olasılığını
gösterir. Kadir Cangızbay. Siyaset Ötesi Toplum. V.Yayınları. syf:131. 1. Basım
.
* Lejyoner is. (fr.legionnaire:lat.
legionarius), I- Roma ordusunda asker. II-yabancı lejyonunda asker. III Legion
d honneur nişanı almış kişi. Lejyon is. (fr. Legion; lat legio’dan). I- Roma
ordusunda askeri birlik.
II- Yabancı gönüllülerden veya paralı askerlerden oluşan
birlikler, yabancı lejyonu.
Alıntı: DICTONNAIRE LAROUSSE SÖZLÜK ANSİKLOPEDİSİ. MİLLİYET:1993-1994.
CİLT:4. K/M. SAYFA:1515.
18 Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği,
IV. Baskı. İmge Kitabevi Yayınları 1994. syf:37,38,39
19 Doğan Avcıoğlu, I Cilt. Türkiye’nin
Düzeni. dün. yarın bugün. Bilgi Basımevi - ANKARA 1971 syf: 9
20 Doğan Avcıoğlu, I Cilt. Türkiye’nin
Düzeni. Dün. Yarın Bugün. Bilgi Basımevi - ANKARA 1971
syf: 144
21 Şevket Süreyya Aydemir, İnkılap ve
Kodro. Remzi Kitapevi
* Koloni:Bir
devletin devletinin nüfusunün bir bölümünü yerleştirdiği, kendi ülkesinin
sınırları dışındaki toprak- lar.
22 M.K ATATÜRK. Söylev ‘den seçmeler.1
baskı. Hazırlayan: Vecihi Timuroğlu, Yıl – 1996. Haziran, Tüze Yayınevi –
ANKARA Syf 7
23 Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottommore – Robert Nisbet. Hazırlayan: Mete Tunçay -
Aydın Uğur Toplumbilim – Siyasetbilim / 02, II. BASKI, ANKARA – 2002 Ayraç
Yayınevi, syf : 33
24 Server Tanilli.
Dünyayı değiştiren on yıl - Fransız devrimi Üstüne – (1789 1799) . Cem
Yayınevi Kültür Dizisi, IV. Baskı. Yıl 93 syf: 61-61
25 Server Tanilli.
Dünyayı değiştiren on yıl - Fransız devrimi Üstüne – (1789 1799) . Cem
Yayınevi Kültür Dizisi, IV. Baskı. Yıl 93 syf: 60
* “Siyasi
iktidar, sözleşmeyi ihlal ederse, sözleşme iptal - fesh edilir.” (John
Locke)
26 Toktamış
Ateş,Demokrasi, Kavram, Tarih-Süreç İlkeler .Ümit Yayıncılık. Ltd.
V:Baskı. Ankara,1994,93
27 Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore- Robert Nisbet. Hazırlayan : Mete
Tunçay-AydınUğur. Toplumbilim-Siyasetbilim /02,II.Baskı. ANKARA,- Ayraç
Yayınevi, syf 613
28 Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi, syf; 658
29 Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, IV. Baskı. İmge
Kitabevi Yayınları 1994..syf:169
30 Common Sense, 16, Aralık 1994. İtalyanca’dan İngilizce’ye Red Not
Yayınevince, Riff-Raff, 1 Nisan 1993'ten çevrilmiştir. Çeviren: Özgür Gökmen
Negri’nin makalesini İngilizce’ye çevirenin kullandığı kelime,"bileşiği
meydana getiren, seçme hakkı olan, anayasayı değiştirme yetkisi olan"
anlamlarına gelen constituenttır.
31 Atatürk’ün Gençliğe Hitebesi
32 T.C
Anayasası Madde 174 syf. 133. Ararat Yayınevi.
33 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: 35.
Syf: 307
34 Prof. Dr. Suna Kili Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: 35.
Syf: 315,
35 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: Syf:
318.
36 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: 35
Syf: 348 , 349
* Doğan Avcıoğlu, I Cilt. Türkiye’nin
Düzeni. dün. yarın bugün. Bilgi Basımevi - ANKARA 1971
syf:328-326-327-242
** Ateşi Çalmak,
s:100,101 cilt 4 , 2. Basım , Galina Serebryakova
37 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: Syf:
358
38 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi:
Syf:364
39 özgür yayınları, yazar fikret başkaya, paradigmanın iflası, s 355
40 [Demirkan. Selahattin. Bir Milletin Yarattığı Lider. Musatafa Kemal Atatürk.
Belge Yayınları İst - 1972
41 Mümtaz Soysal. Anayasa Giriş, A-Ü Siyasal Fakültesi ANKARA
42 Mümtaz Soysal. Anayasa Giriş, A-Ü Siyasal Fakültesi ANKARA
43 Mümtaz Soysal. Anayasa Giriş, A-Ü Siyasal Fakültesi ANKARA
44 Faşizm: Geniş anlamda faşizm. Kapitalizmin dönüştüğü bütün
diktatörlükleri içerir. İngiliz yazarı Pal- me Dutt, faşistlerin kendi
sistemlerini savunmak ve tanımlamak için başvurdukları “sınıf kavgaları üzeri-
ne yükselmiş bir devlet” “başkalarına karşı ödevler, yüksek bir yurttaşlık
duygusu”, kişi yararından önce kamunun yararı” gibi sloganları, faşizmin gerçek
yüzünü örtmek için ortaya atıldıklarını ileri sürer. Dut- ta göre faşizm ilk
ortaya çıktığı sıralarda yığınların desteğini sağlamak için, karanlık bir
biçimde anti-ka- pitalist propaganda yapmışsa da gerçekte büyük burjuvazi,
büyük toprak sahipleri, sermayedarlar ve sa- nayiciler tarafından desteklenmiş
ve beslenmiş bir rejimdir., “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi. Gelişim Yayınları A.Ş.
Levent - İstanbul. I. Baskı. 1975 - II. Baskı 1987. Cilt: 4.
syf; 771.”
45Haluk Gerger, Türk Dış
Politikasının Ekonomi Politiği. “Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzeni’ne”,
Türkiye İncelemeleri Dizisi- Belge Yayınları - İstanbul. I . Baskı. 1998 .syf:
143
46 Ateşi Çalmak , Cilt 3, s 62, Yazar: Galina Serebryakova
47 İnan A. Medeni Bilgiler ve M.Kemal Atatürk’ün el yazmaları. T.T.K.
s:23-24. 1969
48 Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, IV. Baskı. İmge
Kitabevi Yayınları 1994. syf: 186, 187, 188, 189
49 Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet, Doğu Perinçek, Kaynak
Yayınları 73, III.Baskı.Yıl 96. syf: 217, 218
50 Kuvayy-ı Milliye yaşanilir bir toplum için, düşünce ve davranış
bütünlüğü. İki aylık siyasi dergi (özel sayı:1) kitap dizisi: 8
ocak- şubat 1998 syf :59
51 Ateşi Çalmak,
syf:,100, Galina Serebryakova
52 TOPLULUK :Birincil
ilişkilerin egemen olduğu...-birbirlerine duygusal bağlarla bağlı güçlü
toplumsal ilişki lerin yüz yüze olması-..ekinin geleneksel ve türdeş olduğu
kapalı yerel kümeler. (örn:tekkeler, aşiretler, tarikatlar , küçük köy grupları
53 TOPLUM :Belirli
bir üretim biçimiyle belirlenen örgütlü insan topluluğu...-temel çıkarlarını
gerçek- leştirmek için iş birliği yapan ve ortak ekini olan toplum-...büyük
insan kümesi. (örn:sendika, parti, şe- hir grupları)
Alıntı : ORHAN HANÇERLİOĞLU. TOPLUM BİLİM SÖZLÜĞÜ. BÜYÜK
FİKİR KİTAPLARI Dİ- ZİSİ, 74.Yıl - 1996. II. Baskı - İSTANBUL .syf:
375. Remzi Kitabevi
54 ORHAN HANÇERLİOĞLU
TOPLUM BİLİM SÖZLÜĞÜ. BÜYÜK FİKİR KİTAPLARI DİZİSİ, 74. Yıl 96 - II.Baskı.
İSTANBUL syf.375 Remzi Kitabevi
55 T.C
Anayasası. Madde 2. Yıl 1992, ararat yayınevi, syf: 4
56 Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği.
“Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzeni’ne”, Türkiye İncelemeleri Dizisi- Belge
Yayınları - İstanbul. I . Baskı. 1998 .syf:193-194
57 Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği IV. Baskı. İmge Kitabevi
Yayınları 1994. syf: 195-196Ateşi Çalmak II. Cilt
58 Ateşi Çalmak II. Cilt II. Basım (Fırtınanın
Ortasında) , Evrensel Basımevi, Galina Serebryakova, s, 488
59 Bir Söz Uçarılığı- Kültür - Sanat – Edebiyat Dergisi. 4.
Sayı. Haziran’ 98. syf: 34
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder