8 Şubat 2020 Cumartesi

                                                             BÖLÜM. 1

KONU: EMPERYALİST SALDIRININ İDEOLOJİSİ FAŞİZM;
ve
BU FAŞİST – EMPERYALİST SALDIRIYA KARŞI,
AYDINLANMA DEVRİMİ
 YAPILANLAR, ENGELLEMELER, ve YAPILMASI
 GEREKENLER.

Yönetilmek;
ne hakkı ne kerameti ne de iffeti olan yaratıklar tarafından izlenmek, soruşturulmak, gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalara uydurulmak, düzene sokulmak, kapatılmak, telkinlere ve vaazlara maaruz bırakılmak, denetlenmek, yorumlanmak, değerlendirilmek, sansüre uğratılmak ve
 komuta edilmektir…

Yönetilmek;
 kişinin her hareketinde, her eyleminde  ve yaptığı her işleminde, mimlenmesi, kaydedilmesi nüfus sayımına tabii tutulması,  vergilendirilmesi, damgalanması, fiyatlandırılması, değerlendirilmesi, patentinin alınması, yetkilendirilmesi, müsadereye tabi kılınması, tavsiye edilmesi, ikaz edilmesi, men edilmesi, doğru yola sokulması ve
 düzeltilmesi anlamına gelir.

Hükümet;
 haraca bağlanmak, terbiye edilmek, fidye ödemeye mecbur bırakılmak, sömürülmek, tekelleştirilmek, gasp edilmek, baskı altına almak, gizemlileştirmek, soyulmak anlamına gelir;
bütün bunlar kamu yararı ve halkın çıkarları için yapılır.

Daha sonra;
 ilk direniş belirtisi ya da şikayet sözcüğünde kişi baskı altına alınır, para cezasına çarptırılır, hor görülür, tedirgin edilir, takip edilir, apar topar alınıp götürülür, dövülür, boğularak idam edilir,  hapse atılır, vurulur,  makineli tüfekle taranır, yargılanır, hüküm giyer, sürgüne gönderilir, kurban edilir, satılır, ihanete uğrar ve üstüne üstlük bir de küçük düşürülür, alay edilir, kızdırılır ve onuru kırılır. Hükümet işte budur.
ONUN ADALETİ DE AHLAKI DA BUDUR !1

***

“Tabi burada hükümeti, devletin somut biçimi olarak algılamaktayız. Zaten de öyle değil midir.”

Burada devleti başka bir kaynaktan açıklarsak;  “Devlet tarihsel bir olgudur, köleci üretim biçiminin gerçekleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Köle sahipleri kendilerini korumak ve köleleri baskı altında tutmak için devlet örgütünü kurdular. Devlet , egemen sınıfın bir baskı aracı olma niteliğini koruyarak gittikçe gelişmiş; ordusu, polisi,  adliyesi  ve maliyesiyle geniş kapsamlı bir örgüt olmuştur.  Bundan ötürüdür ki bir dünya toplumunun kurulmasından sonra insanların yönetilmesinin yerini bir kamusal özyönetim (Fr. Autogestion)’in alacağı varsayılmıştır.  Bunun nasıl gelişeceği elbette şimdiden kestirilemez, çünkü tarihsel süreçte her zaman yepyeni koşullar kendilerine özgü yepyeni biçimleri de  birlikte getirirler.  Geleceğin yönetim biçimini, geleceğin gereksinimleri belirleyecektir…” 2

Diyalektiği incelemiş filozoflar, tarihçiler ve iktisatçılar. Kısacası bilim insanları insanlığın çizelgesini  şöyle tanımlar;   ilkel toplum düzeninin yerini köleci toplum düzeni, feodal toplum düzeninin yerini kapitalist toplum düzeni alacaktır ve  tüm bunlar ancak üretim biçimindeki değişiklik ve gelişmeye bağlantılıdır  demektedirlerler.

Tarihçiler ve filozoflar işte tüm bunları açıklarken hep ama hep devlet tanımına dayanmıştır. Devlet  sonsuza dek sürecektir!  Örn: feodal devletten burjuva devletine ondan sonra proleterya: oysa sermayeyi elinde tutan devlet demek,  şiddet demektir. Esas amaç bu şiddet unsurunu kaldırmak olmalıdır ki sömürü yok olsun ortadan kalksın.

Bakın devletin tanımını Nietzsche nasıl açıklamıştır; “…Devlet bütün soğuk canavarların en soğuğudur. Soğuk bir biçimde yalanda söyler; ağzından şu yalan dökülür:  Ben, yani Devlet, halkın ta kendisiyim” Bu bir yalandır!   İnsanları yaratan , onlara inanç ve sevgi veren yaratıcılardı: Böylece onlar hayata hizmet ettiler. İnsanlara tuzak kuran yıkıcılar vardır ki onlara devlet denir:  ellerinde kılıç, üstlerinde arzu.  Tek bir insanın hala var olduğu yerde, insanlar devleti anlamazlar ve kötü bir göz, adetlere ve yasalara karşı bir günah olarak görüp ondan nefret ederler…!3

İşte Nietzsche nin, devlet tanımını bize kısaca böyle tanımlamıştır.

Toplum düzeni dikkat edilirse, bir olguya oturtulmuştur.  Oda DEVLET!..  Ve devlet var oldukça da  sermaye varlığını sürdürür  ve doğal olarak ŞİDDET varlığını sürdürür. Burada toplum düzeninin ne olduğu o denli önemli değildir. Devletin görevi sömürüyü küresel olarak  sağlamaktır. Sistemler devleti kamuflaj etmek için vardır. Hangi sistem gelirse gelsin,   devlet var oldukça dünya halkları sömürülecektir. 
 ( peki sermayenin varlığını nasıl söndürebiliriz bu zamanında ters yapılarak denenmiş ama sermaye öbür tarafa geçmiş peki küçük bir beyin fırtınasıyla sermayeyi nasıl söndürürüz.

1. Tüm dünya halkına eşit biçimde dağıtırız ,peki ama tüm dünya halkı eşit midir bu bağlamda dünya  malvarlığını kamulaştırırız ondan sonra var olan kapitali  eşit olarak dağıtırız  peki ama mutlaka üretenler olacaktır tüketenlerde bu her iki kesimin aynı oranda kapital alması adilmidir değildir. Üretenler doğal olarak daha fazla almalıdır. Peki üretenler var olursa küresel devlet veya ulusal devlete gerek varmıdır tabi ki yoktur nasıl ki sermayenin devleti yoktur emeğin de devleti yoktur. Ama sermaye kendi varlığını sürdürebilmek için emeğin dolaşımını engellemektedir. Çünkü sermayeye ucuz iş-gücü lazımdır.) 

Burada devlet yani (sermaye) can cekiştiği zaman, o hiç sevmediği “halkına” sarılıyor ve ona yine devletin militarilist güçlerini kullanarak,  güya halk hareketi yaptırıyor ve böylece devlet kan değişimi yapmış oluyor. Ve can çekişmekten kurtuluyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi bunları yöneten tek şey var SERMAYE. Çünkü  sermaye , devlet olmadan olamaz,devlette halk olmadan olamaz doğal olarak. Sermaye’yi koruyan devlettir. Devleti  yöneten ise sermayedir. Kapitalist , sermaye’ye ayak uydurduğu sürece hayatını sürdürür. İşte bu sömürüde böyle sürüp gider

Bu arada sermayedarın sermayesi büyür, devletin toprağı küçülür de bundan nemalananlar nedense toprak baronları, şıhlar ve onları yönlendiren sermayedarlardır. Devlet, hukuk ve askeriye onlar sayesinde varlığını sürdürür.

Ama sermaye , paravan veya meta olarak gördüğü halkı nedense hep göz ardı eder. Devlet vardır var olmasına ama halk olduğu sürece de devlet vardır.  Gerçi devlet olmasa da halk vardır ve devleti var eden  halktır.  Dolayısıyla  sermaye de , halk’a çok şey borçludur.

“…Ya Devlet bireyi ve toplumsal hayatı daima ezerek, insanın etkin olduğu bütün alanları ele geçirerek savaşlara ve iktidar mücadelelerine , bir tiranın yerini diğerinin aldığı saray darbelerine yol açacaktır ki bu gelişmenin sonunda kaçınılmaz biçimde… ölüm vardır
     
Ya da Devletler yıkılacak ve özgür anlaşmayla bireylerin ve grupların canlı insiyatifini bir ilke olarak benimseyen binlerce merkez yeniden hayat bulacaktır.
           
Seçim size kalmış…” 4

***
“…Öte yandan sınıf kuramları da devlete fazla önem vermemiştir, çünkü iktidarın bölüşümü genellikle işbölümünün bir işlevi olarak görülür ve burada devlet bir dizi meslek konum içinde erir.       …Marx için devlet, her hangi bir belirli dönemde egemen sınıfın yürütme kurulundan ibarettir ve öyle olduğu için de özel bir kuramsal değerlendirme gerektirmez…” 5   Ve yine Karl Marx için Devlet; “…tipik olarak, sınıflararası uyuşmazlıkların siyasal – ifadeye kavuştuğu bir arenadır; kesinlikle bu olayların ilk hareket ettiricisi değil…”6

Biraz daha açarsak; Lenin, Devlet ve Devrim adlı broşüründe şunları yazmaktadır.

“…Mehring, 1907’de Neue Zeit’ta ..Marks’ın Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli bir mektuptan parçalar yayınlamıştı. Bu mektupta, başka bir çok dikkate değer  gözlem arasında, şu gözlemde var: Bana ilişkin olarak, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını ne de aralarındaki savaşımı bulmuş olma şerefi benimdir. Benden çok önce , burjuva tarihçiler bu sınıflar savaşımının tarihsel gelişimini betimlemiş ve burjuva iktisatçılar bunun ekonomik anatomisini dile getirmiş bulunuyorlardı. Benim yeni olarak yaptığım şey:

1- Sınıfların varlığının , üretimin tarihsel gelişme evrelerinden (histotische Entwicklungspasen der Produktion) başka bir şeye bağlı olmadığını; 
2- Sınıfların savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatoryasına götürdüğünü,
3-Bu diktotaryanın, kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey oluşturmadığını tanıtlamak oldu…”

İşte bu da bizi kısaca devletsiz bir topluma götürecektir. Ama yeni gelen nesil mutlaka ve mutlaka  bizi bu çözüme götürecek direnci yakalamlıdır.

V.İ.Lenin devamla bakın ne demektedir;“…Toplumun bütün üyeleri veya en azından büyük çoğunluğu devleti kendi başlarına yönetmeyi öğrendiği, bu işi kendi eline aldığı, önemsiz büyüklükteki kapitalist azınlıklarını korumak isteyen kibar takımı (gentry) üzerinde ve kapitalizmin tümüyle yozlaştırdığı işçiler üzerinden denetim kurduğu andan itibaren, her türlü yönetime ihtiyaç bütünüyle ortadan kalkmaya başlar. DEMOKRASİ NE KADAR TAMSA, GEREKSİZ OLACAĞI  ANDA O ÖLÇÜDE YAKLAŞIR…”  7

Biraz daha açarsak,  toplumun bütün üyeleri öyle bir bilinç aşamasına gelmelidir ki,  her türlü sermaye (kapital) egemenliğine karşı, kendi egemenliğini savunabilsin. Toplumun bütün üyeleri kendi başlarına , kendilerini yönetebildikleri gibi, toplumsal sorumluluklarını da  bilmelidirler. Ancak öyle olursa kapital sahipleri toplumu denetim altına alamaz. Tam tersine denetim diye bir şey olmaz. O bilinç , insanlığı denetlemek gibi bir görev taşımaz. Ama insanlara sorumluluk verdiğinden veya (insanlar sorumluluk  aldığından) denetimde kendiliğinden olur. Yani insanlar kendilerini oto-kontrolden geçirirler. Başkalarının denetiminden değil.

İşte böyle bilinçli bir toplumda, özgür yurttaşlar doğar.

Ve işte o zaman devlet kavramı kendiliğinden kalkacaktır.  Çünkü toplum hiçbir şey’e ihtiyaç duymadan kendini idare edebiliyordur.  İşte TAM DEMOKRASİ, TAM ÖZGÜRLÜK

Çiçero şöyle der;

“…Halkın en üst iktidarı elinde bulundurmadığı hiçbir şehirde özgürlüğe yer yoktur…”  8

Yine Herbert Marcuse’ye bakarsak şöyle der;   “…Bireysel ve toplumsal gereksinimler arasındaki uyumsuzluk ve bireylerin içlerinde kendileri için çalıştıkları ve kendileri için konuştukları temsil edici kurumların  yoksunluğu (sömürüye) , Ulus , Anayasa, Şirket, Kilise,  gibi evrensellerin olgusallığına götürmektedir…” 9 demektedir.

 Neitzsche ise bize neleri anlatıyor  bir bir

“…Şu luzumsuzlara bakın hele! Mucitlerin eserlerini ve bilginin hazinelerini çalarlar: Kültür derler çaldıklarına, her şeyi hastalık ve felakete dönüştürürler.

Şu lüzumsuzlara bakın hele! Hep hastadır onlar, kendi safralarını kusarlar ve gazete derler ona. Birbirlerini parçalayıp yutarlar ve kendilerini bile sindiremezler.

Şu lüzumsuzlara bakın hele!  Servet edinir ve edindikleri servetle kendilerini daha da yoksullaştırırlar. Gücü , özellikle gücün kaldıracını, bol parayı isterler, bu güçsüz insanlar!

Şu tırmanışlara şu çevik maymunlara bir bakın!  Birbirlerinin üstüne tırmanıyor, nasıl da çamurların ve uçurumların içinde debelenip duruyorlar.                            

                             Hepsi de  tahta ulaşmak için çırpınıyorlar;

                                          “SANKİ  MUTLULUK
               O TAHTIN ÜZERİNDE OTURUYORMUŞ GİBİ,
                                  ÇILGINA DÖNMÜŞLER!
        OYSA ÇOĞU KEZ PİSLİKTİR TAHTIN ÜZERİNDE OTURAN
                                                                       ve
                                   PİSLİĞİN ÜZERİNDE OTURANDA TAHT…”10         

                                                                        ****
           
Şimdiye dek her şeyin insanda yani insanın emeğinde olduğunu, insan emeğinin sömürüldüğünü , hep bilim adamlarının  sözleriyle bu sömürüyü anlatmaya çalıştık.
İsterseniz bir de bunu bir mitolojiyle anlatmaya çalışalım. Bu mitoloji İran mitosu şöyle başlar;

“…BİR GÜN KUŞLAR İMPARATORLARINI ARARLAR. BUNU DUYAN HÜTHÜT KUŞU HEMEN ATILIR VE ŞÖYLE DER!  SİZİN ZATEN BİR İMPARATORUNUZ VAR. İMPARATORUNUZUN İSMİ SMURG’DUR, O SİZE SİZDEN YAKIN AMA SİZ ONA UZAKSINIZ.
BUNU DUYAN 300 KUŞ ŞAŞIRIR, HÜTHÜT KUŞU KUŞLARIN ŞAŞIRMALARINDAN YARARLANARAK DEVAM EDER KONUŞMASINA VE HADİ SİZİ ORAYA GÖTÜREYİM DER, İMPARATORUNUZ KAF DAĞINDA OTURUR. FAKAT YOL UZUN VE ÇETİNDİR BİRAZ UĞRAŞTIKTAN SONRA KUŞLARI İKNA EDER HÜTHÜT KUŞU. VE FAKAT YOLDA KUŞLAR YORULUR,  KENDİLERİNİ TEMSİLEN 30 KUŞ SEÇERLER VE KAF DAĞINA YOLLARLAR SONUÇTA KAF DAĞINA VARIRLAR. SARAYDAN İÇERİYE GİRDİKLERİNDE ORADAKİ NEDİMELER ONLARA 30 TANE TAHTA OTURTUR VE NEDİMELER KUŞLARIN ELLERİNE BİRER KAĞIT TUTUŞTURUR.
BİR SÜRE SONRA ARKADAN SMURGGG GELİYOR DİYE BİR SES DUYULUR. BU SESİ DUYAN KUŞLAR BAŞLARINI KALDIRDIKLARINDA AYNA GÖRÜRLER KARŞILARINDA !!!!....” 11

İşte burada da her şeyin kişi de yani insan da  bittiği zaten söz edilmiyor mu. Kişisel özgürlüğün olmadığı, dış güçlerin iç güçlerle anlaşarak insanları veya kuşları ezdiği bir ortamda kuşlar nasıl rahat uçabilir ki. Veya insanlar nasıl rahat davranabilir ki.  Ancak ve ancak insanlar kendilerine yani iç aynasına  baktıkları vakit adil davranacaklardır. Bu da karşıdaki insanları kendi yerlerine  koymakla olanaklıdır
                                                               

                                                             (FAŞİZM)   II

“…İşbölümü hayatlarını sürdürmeleri için damgalamak anlamına gelir. Bazıları  , fabrikalarda halat örer, bazıları bir iş yerinde  ustabaşıdır,  bazıları bir maden ocağının  belirli bir bölümünde  dev kömür sepetlerini iter; ancak hiçbiri ne içinde yer aldıkları mekanizma , ne de çalıştıkları maden ocağı hakkında bütünlüklü bir fikre sahiptir. Ve bu durum çalışma aşkını tahrip eder, icat etme yeteneğini köreltir…”   
Pierre Joseph Kropotkin ,Anarşizmin Tarihi, syf 464
Peki bu nasıl olacaktır, yani insanlar kendi iç aynasına nasıl bakabileceklerdir!..

İşte bunu engelleyen ve insanların iç aynalarını yani iç huzurlarını ortadan kaldıran, insanların kendi kendilerine ve diğer insanlarla savaşım vermesini sağlayan sistemleri ortadan kaldırarak  olacaktır.  

Bu sisteme kısaca Faşizm diyoruz.

Bu yazımızın ilerisinde emperyalizme göz atacağız. Ama oraya geçmeden önce belirttiğimiz gibi  ilk önce  yani emperyalizmden örnekler, çeşitlemeler vermeden önce  emperyalist devletler veya dünya devleti (sermaye) hangi sistemi , nasıl kullanır ilk olarak bir ona göz atacağız ki iç aynamızı görebilelim.

Faşizmi açarsak; Faşizm : “…finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.

Faşizmin en gerici türü, Alman tipi faşizmdir. Alman faşizmi,  sosyalizm ile hiçbir ortak yanı olmadığı halde , kendisine nasyonal sosyalist adını verecek kadar  yüzsüzdür…Alman faşizmi, uluslar arası karşı devrimin hücum kıtası  , emperyalist savaşın baş kışkırtıcısı ve bütün dünya emekçilerinin büyük anayurdu  Sovyetler Birliği’ne karşı haçlı seferinin  başlatıcısı rolünü oynamaktadır….”

son olarak “…Faşizm iktidara gelmesi , bir burjuva hükümetinin yerini bir diğerinin alması  gibi  basit bir olay değildir.  Aksine burjvazinin, sınıf hakimiyetinin bir devlet biçimi olan burjuva demokrasisinin , başka bir devlet biçimi ile , yani burjuvazininin açık terörcü diktatörlüğü ile değiştirilmesidir…”12

İşte emperyalizmin en çok yararlandığı ideololi veya sistem: Faşizm’dir.

Aşağıda başka kaynaklardan örneklerde sunacağım.

“…Faşizm  çok amaçlı bir terim haline gelmiştir;  çünkü faşist bir sistemin bir veya daha fazla özelliğini tasfiye etseniz yine faşist olarak tanınabilir. Faşizmden  emperyalizm öğesini çıkarın,  geriye  Franko ile Salazar kalacaktır. Sömürgeciliği de çıkarın, yine de geriye Ustaşların Balkan Faşizmi kalacaktır…”  Devamla

l-“…Ur Faşizmi’in (sonsuz Faşizm) ilk özelliği, gelenek kültüdür. Doğal ki, gelenekçilik, faşizmden  çok daha eskidir. Fransız Devriminden  sonraki  karşı- devrim  Katolik bir özelliği olduğu gibi, klasik Grek akılcılığına bir tepki olarak  Helenistik dönemin sonlarında doğmuştur.  Akdeniz çevresindeki değişik (çoğu Romalıların Prnteon’una  hoşgörüyle kabul edilen)  dinlere mensup halklar, insanlık tarihinin şafağında  algılanan bir Tanrısal  ilhamı düşlemeye başlamışlardı. Gelenekçilerin mistisizminde, bu vahyin uzun bir süre unutulmuş dillerin örtüsüz altında  Mısır hiyerogreflerinde , Kelt harabelerinde, Asya’nın az tanınan dinlerinin parşomenlerinde saklı kaldığı varsayılıyordu…”  13

Aslında faşizmi en iyi anlatan ve değerlendiren, günümüze dekte güncelliği koruyan ünlü şairimiz  Nazım Hikmet RAN’dır.

Bu şiirde şairimiz, bütün dünya çapında ham emperyalistlerin insanları  katlettikleri hem de buna karşı büyük bir direnç örneğinin nasıl verildiği betimlenmektedir.

İZMİR’DEN AKDENİZ’E DÖKÜLEN ve YAKINDA BOMBAYDAN HİNT DENİZİ’NE DÖKÜLECEK OLAN EMPERYALİZMİN ŞARKI SARAN DUVARI HAKKINDA YAZILMIŞTIR.

“…Karataştan çerçeveye gömülen,
Güneşi parça parça bölen
                                    demir parmaklık
Dayadım
             alnımı
                      demirparmaklığa;
parmaklık  alnıma
                              gömüldü.
Kemikli geniş alnımı parça parça böldü.
Alnım:
          parmaklığa dayalı.
Yüzüm  
         Kana boyalı.
Bu kan benim kanım.
Eşyayı bu kanla  görüyor gözüm.

Kara taştan çerçeveyle gömülen
Güneşi çerçeveyle bölen
                                      demir par-mak-lık
            Orda;
         o duvarda,
                 o duvarın dibinde
                        bizimkilerin  bağlandı kolları,
O duvarı
                 bizim için yaptılar…
O duvar
Darağaçlarının sabunlu ipi
                                           gibi
                                                parlıyor.
O duvar;
         o duvarda keskinliği var
             taze kanlı etleri parçalayan
                                       yosunlu, ıslak
                                                        dişlerin…
O duvar;
        gözleri afyon  dumanlı keşişlerin
              bellerindeki  kara kuşak gibi sarılmış
                                                              kürenin gırtlağına!...
O duvarın ilk temel taşı,
                           emperyalizmin ilk adımından geliyor.
O duvarın dibinde
      bizimkilerin
                   Eyfeller gibi kemikleri yükseliyor.
O duvarın bir ucu:
 Tahta tabanlı sarı Çin’de
öbür ucu:
     çelikleri elektrikli Newyork’un içinde.
Her bankada  hisse senetleri var
                                                   onun.
         O duvar 
               Lortlar kamarında  Lort Gurzon’un
                      noktaları imparator armalı bir nutku gibi geçiyor.
Eyfel’in tepesinde avlarını seçiyor,
    dayanarak hindenburg’unaltın çivili heykeline
                                        topluyor Berlin sokaklarını eline.
         O duvarın taşlarına sürterek  dilini
                       kara gömlekli Musollini
                                                bekliyor nöbet.
İtalya’nın çizmesi
                          yüzüyor kanda!..
O duvar
İkinci bir balkan gibi yükseliyor balkan’da.
         O duvar.
         O duvar  o duvar…
           O duvarın   dibinde
           Bizimkiler kurşunlanıyor!…
          O duvar
                   kadar
                       uzun bir destanı var,
                                     o duvarın dibindeki her karış yerin.
         O duvarın dibinde  ölenlerin
                 koparıyorlar erkeklikliklerini,
                        gençlik aşısı yapmak için
                            milyonerlerin
             kibrit çöpünden iskeletlerine!
Milyonerler
         gömülüp orospuların etlerine:
                  bir radyo – konser gibi dinliyorlar:
o duvarın dibinde verilen
kurşun sesiyle yere serilen
                       idam emirlerini…
O duvar  ,
o duvarın dibinde seferberlik var
1914’den daha  büyük .
          daha mel’un
                      bir seferberlik.
           Karanlıklar
       güneş altında nasıl çıkarsa bir deliğe,
            koşuyor emperyalistler
                                              bu seferberliğe:
Britanya dretnotlarının Cemiyeti Akvamı,
    Beyaz eldivenleri barut kokan diplomat,
                Çürümüş insan eti müstahsil
                                    Emperyalist Jeneral,
II.nci Enternasyonal;
   zehirli çiçeklerini toplamak için
                                                 din’in
toprağını gübreleyen kazan,
             eserlerini banknotlara yazan
                                                       filazof,
permanganatın aşlı şair
ölüm şuaı kimyager,
hepsi seferber,
              seferber
                          o duvarın
                                    bayrağı altında…
O duvar.
O duvar  o duvar…
           O duvarın   dibinde
           Bizimkiler kurşunlanıyor!…

CEVAP
           ..O duvar.
o duvarınız ,
              vız geliz bize vız!...
Bizim kuvvetimizdeki hız,
Ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır .
O yalnız
    Tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
    karşı koymuş demektir:
Maddede hareketin,
                           yürüyen cemiyetin
                                      ezeli kanunlarına.
Sükun yok, hareket var
   bugün yarına çıkar
       yarın bugünü yıkar
                 ve bu durmadan akar
                                                     akar
                                                             akar.
Biz bugünün kahramanı,
yarının
            münadisiyiz.
Bu durmadan akan,
                         yıkıp yapan
                                   akışın
                                          çizgilenmiş sesiyiz.
Biz,
   adımlarını tarihin akışına uyduran
         temelleri çökan emperyalizme vuran,
                                                        yarını kuran-
                                                                             larız.
 O duvar.
o duvarınız ,
              vız geliz bize vız!... 14 


BÖLÜM III

“…Sosyal ve siyasal gelişme, ideolojik mücadeleye de yansıyordu: Düşünce yaşamında büyük bir uyanış vardı; bir yığın düşünür eserlerinde felsefenin, sosyolojinin sanatın ve  daha nice  alanın  en yakıcı sorularını  dile getiriyorlardı. İşte , bu yüzdendirki, XVIII. Yy Fransa’da , “Aydınlıklar Yüzyılı” diye anılır; o dönemin yazarlarına  da  “Aydınlıkçılar” denir.
Neydi yaptıkları onların?..

…Engels’in bir değerlendirmesi var ki, pek güzel anlatır onların etkinliğini; “Din, doğa anlayışı, toplum, devlet örgütü herşey en  acımasız  bir eleştirinin konusu oldu ; herşey aklın mahkemesi  önünde kendini savunmak zorunda kaldı ya da mahkum oldu…”15
                                                              
İşte Avrupadaki ileri akım yada akımlar  aydınlanmayı böyle gerçekleştirmişti. Gerçi , gerçekleştirmesine gerçekleştirmişti  ama özellikle bir olguya  çok şey  borçluydular. Nasıl ki , kendi tarihinde tarihine, sanatına,  edebiyatına   vs, iç savaşlarına borçluysalar gelişmelerini , doğal olarak iktisaden de , yani ekonomik olarak gelişirkende sömürdükleri ülkelere de çok şey borçlulardı.

Aslında Avrupadaki her ileri adım , bu devrim bile olsa sömürülen devletlerin üstüne basılarak yapılmıştır. Aslında sadece avrupa değil dünyada yapılan desek daha doğru olur. Evet  dünyada yapılan her ileri akım devrim niteliği taşır, ama arkasında sömürülen devletler çoğunluğu vardır. Felsefe , bilim, ve ekonomi güya özgür toplumlarda gelişmiştir ama  özgür toplumlarda , ezilen toplumları ezerek  gelişmiştir.

Çünkü daha önce gelişen toplumlar (sömüren)   aynı zamanda yönetendir. Ama gelişmemiş , az gelişmiş toplumlar (sömürülen) olduğundan yönetmeyi daha sıkı kontrol etmelidir. Demokrasi anlayışı gelişmiş toplumlarda farklı , gelişmemiş toplumlarda farklı olabilir.

Çünkü ne denli demokrasi olursa devrimci batı veya doğu tarafından sömürülme olasılığı o denli artar. Çünkü bu demokrasi sermayenin kendini demir pençelerini örtmek için  üretmiş olduğu  sahte bir demokrasidir. Kısaca zaten insanlar demokraside yaşamamaktadırlar.  Sadece demokrasi de yaşadıklarını zannetiklerini zannediyorlar?..

“…Ulus toplum aynı zamanda yöneten olursa ki onunda şartlarını yukarıda saydım kısmen,   bilgi birikiminden dolayı  teknolojiyi üretir  ve diğer devletleri de teknolojisiyle   alt eder. Ama teknolojisi olmayan bir sömürülen , ezilen bir ulus toplum aç kalmaya mahkumdur”. Onun içindir ki, sömürülen ulus toplumda teknoloji üretene dek, içine kapanmak ve kendi emeği ve bilimine güvenerek teknolojiler üretmek zorundadır.  Bunu yaparken de dışarıya açılmamalıdır. Dışarıya açılmak demek sömürülmek demektir. Dışarıdan teknoloji almamalıdır. Yok olmaya mahkumdurlar Kendi bilim adamlarına ve emekçilerine  güvenmeyen ulus devletler yok olmaya mahkumdurlar.

Peki o zaman ezilen devletlerde devrim olur mu ?  veya nasıl oldu. Hemde 4 tane   Çin,  Rusya, Hindistan, Türkiye aslında türkiyeyi pek saymayabiliriz. Bu 4 tane devletin özelliği de , o yıllarda hep tek liderle yönetiliyor olmasıydı. Gerçi sorumuzu şöyle de sorabilirdik. Teorik’te , batının ürettiği  ve batı ülkelerinde  olacağı beklenen patlamalar veya sıçramalar, doğu veya ezilen ülkelerde ve halklarında nasıl gerçekleşti.

Yoksa gelişmiş ülkelerde üretilen devrimler diğer ülkelere ihraç mı ediliyordu. O yıllarda ve hala , kısaca ezilen ülkelerdeki devrimler yapay devrimler mi oluyor.  Çünkü bilim , iktisat, teknoloji ve diğer devrime dair her şey  yönetene ait. Tabi ki hayır.

Emperyallist batıda düşün insanları devrimi ateşlerken, öbür yandan batı kapitalizmi doğu ülkelerini sömürge altına almışlar ve almaya başlamışlardı da ondan.
            Kısaca bir başkaldırı vardı ortada.

Bu bağlamda Batı da:

Feodal Beyliğin çöküşüyle başlayan süreç, daha sonra toprak kölelerinin (serflerin) kendi özgürlüklerini parayla satın almalarını sağladı. Ve böylece yeni bir sınıf doğdu. Burjuva sınıfı.

Aslına bakarsanız burada bir devrimden çok, bir devir söz konusuydu. Ama bu devir de parsayı en iyi bir biçimde topladıktan sonra nasıl devredebilirim düşüncesi, beylerin benliğine yer etmişti. Çünkü onlar, yüzıllar boyu öyle yapıyorlardı. Bunu bilen ezilen sınıf da (serflerde) yani toprak köleleride, beylerin esaretlerinin altına nasıl girdilerse, kendi özgürlüklerini yine öyle kazanacaklarını çok iyi anlamışlardı, tabii ki PARAYLA. 

Işte tarih’te meydana gelen bu sınıfsal olaylarla bir çok filozof, bilim adamı, düşünür ve iktisatçı ilgilenmiş, ve böylece zaten sınıfların bir çatışması olan bu oluşum, kuramcılarını da beraberinde  getirmiştir. Liberal ve Sosyalist kuramcılar gibi.

Bu sınıfların oluşmasıyla başlayan iktisadi gelişme, beraberinde sömürülen işçilerin ve köylülerin (sosyal gelişmeyi), kısaca emeği ile çalışan insanların sosyal haklarını elde etmesini arkasından getirecektir.

Daha sonra, “...Burjuvazinin her gelişme aşamasında, bu sınıfın1 buna tekabül eden bir siyasal ilerlemesi eşlik etti. Feodal soyluluğun egemenliği altında ezilen bir sınıf, ortaçağ komününde* silahlı ve kendi kendini yöneten bir topluluk olan; şurada bağımsız kentsel cumhuriyet (İtalya ve Almanya'da olduğu gibi), burada monarşinin vergi yükümlüsü" üçüncü katman" olan ( Fransa'da olduğu gibi), daha sonraları, asıl manüfaktür döneminde, soyluluğa karşı bir denge unsuru olarak ya yarı-feodallere ya da mutlak monarşiye hizmet eden ve aslında, genel olarak büyük monarşilerin temel taşı olan burjuvazi, en sonunda, modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana, modern temsili devlette siyasal egemenliği tamamı ile ele geçirdi. Modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir...”16

Bir yandan, haklar ve özgürlükler anlayışıyla yola çıkan sosyalist anlayış ve sisteme karşı alternetifler sunan bir öz-yönetim güçlenmekte. Diğer yandan düzenden faydalanan kapitalist sistem, gelişmiş ekonomisini daha da geliştirmek için başka başka diyarlar araştırmaktadır. Ortada ise sosyal demokrasinin, sistem içinde var olacağı tartışmaları Avrupa’ya yeni bir ivme kazandırmıştır.

Doğaldır ki, Kapitalist gelişme sermaye’yi elinde tutanlarla, sermaye’yi elinde tutmayanların bir çelişkisidir. İnsanlar sermaye’yi elinde tutabilmek için her türlü yola başvurmuş ve başvurmaktadır. Bu yolun ahlaki olması gerekmez. Şimdiye dek insanlık bunun için her türlü maddi ve manevi olguları kullanmıştır.  

Önemli olan burada sermaye’yi ele geçirmektir. Ama güler yüzle ve yahut sopayı göstererek. Burada güler yüz; barış adına, dostluk adına, yapılan işlemler olup daha sonra, kuşatma işlemi başlar. Ardından o ülkelerin zengin kaynaklarını ele geçirmek de zaten mübah’tır.

Ne yazık ki, sistem olayın daha sonrasını kendi yetiştirdikleri bilim adamlarına bırakır. Onlarda sistemin veya emperyalizmin katlettiği insanlara. ilaç, yardım malzemeleri, vs. götürmek için, kurumlar kurarlar. Ama sistemin içinde oldukları için, sanki her şey planlanmış gibidir.

Yani biri ezerken, biri de arta kalan yaralı garibanları, başka başka savaşlarda kullanmak için iyileştirir. Kim bilir belki de onları başka başka ülkeleri kuşatmak için ileride görevlendireceklerdir. Zaten ezilen devletlerin halkları, ezen devletler tarafından birer lejyoner17  (paralı asker-er) olarak kullanılmıyor mu ?.. 

“...Kapitalist gelişme ile azgelişmişlik, aynı tarihsel sürecin iki yanıdır. Bu nedenle az gelişmişliğin tarihi, kapitalizmin tarihiyle özdeştir. Başka ifade ile, kapitalizm geliştikçe az-gelişmişlik de oluşmuş ve “gelişmiş”tir. Bir bakıma, insanlık tarihinin yaklaşık son beşyüzyılı, kapitalizmin ve kapitalist azgelişmişliğin evriminin tarihidir. Ekonomik sömürünün sürekliliğini sağlamak için her aşamaya “uygun” düşen ideolojik destekler gerekliydi. Bu amaçla sömürgeleştirilen halkların bilincinin çarpıtılıp, kültürel kimliklerinin yok edilmesi için sürekli çaba harcandı. Sömürgeci ülkeler, zenginliklerini talan, kültürlerini tahrip ettikleri halklara önceleri “vahşi” diyorlardı...

...Batı Avrupalı, “uygar”, dünyanın diğer yerlerindeki halkları “vahşi” sayıldığına göre, bu durum Avrupalıya önemli bir misyon yüklüyordu. Avrupa dışındaki “vahşileri” UYGARLAŞTIRMAK!..

...Başlangıçta “vahşi” ya da “barbar” sayılan sömürgeleştirilmiş toplumlara, daha sonraları “geri”,“az gelişmiş” vb. dendi. Şimdilerde kalkınma yolundaki ülkeler deniyor. Sömürgeci yöneticiler başlangıçta uygarlaştırılıyordu, bu günün uzmanları da “kalkındırıyorlar”. Eskiden nasıl uygarlaşacakları öğretilenlere şimdilerde nasıl kalkınacakları öğretiliyor. Bu amaç için oluşturulmuş örgütleri, yetişkin “UZMANLARI VAR!...” 18

Sözde bu uygar ulusların; başka bir amacı da, yöneteceği devletlerin geleneklerine bağlı kalmasını sağlamaktır. Bunun için yönettiği ülkelerde bilimsel olmayan bir eğitim sistemini getirmek ve teknolojisi olmayan bir sağlık sistemini sağlamaktır. Yani bir yanda kul anlayışlı beyinler, öbür yanda hastalıklı vücutlar, emperyalizmin birinci ödevidir. Emperyalizmin bir başka ödevi de, az önce bahsettiğimiz uzmanları, sömüreceği devletlerin başına getirmek olur.

Onlar bize, tıpkı bizim de inandığımız gibi, cinlerle, perilerle, iyileşeceğimizi düşündürtürler. Ve hatta sırf bunun için, koskoca film sanayileri bile kurarlar!..

Evet onlar bize emrediyorlar ki; bu düzen değişemez, değişmesin, değişmemeli! Ama kim bunu diyor? İşte sorulması gereken soru bu. Yıllardan beri, din adına, örf adına, adet adına, ezilen halklar bilin ki bunu istemiyor!.
                                                                                                                                 
Bunu isteyen emperyalist güçler, zayıf olan, ezilen devletleri daha rahat kontrol etmek için, sömürebilmek için, din adına, örf adına, adet adına, diyerek o devletlerin sermayelerini daha rahat kullanmaktadırlar. O olmazsa, paylaşım savaşı başlar.

Ve ülkenin başına da kukla bir rejim kor. Dış güçler, bu adetleri destekler, Adetler de, bu rejimleri. Böylece bilimsel eğitim zedelenir. Çünkü dış güçler insanlarımızın bilimselleşme- sini istemez. Ve bu böyle akıp sürer, insanlarımızı birileri, birilerine, sermaye adına, kapital adına, karanlığa sürükler. Ama bunu sermaye yaparken yalan söyler.Ve (adet) adına vs. yaptığını söyler. Çünkü kukla yönetimi, bunu istiyordur.

Diyorlar ki;  “..Bu düzene dokunulmaz, bu düzen atalarımızdan kalmıştırBu düzeni yıkmak, değiştirmek istemek, milletimizin değer hükümlerini, inançlarını, örf ve ananelerini ortadan kaldırmak demektir...” 19
                           
Ama birileri atalarımızdan kalan topraklarımızı, yine birilerine güya örf ve adet adına emperyalistlere satmaya kalkışmışlardı ve hala bunu yapmaya çalışanlar olacaktır.

Size hemen burada bir örnek gösterebilirim; “...Abdülhamit, yalnız Sultan ve Halife değil aynı zamanda bir iş adamı ve milyarderdir. Siyonist lider Dr. Herzl ile giriştiği pazarlık, başarısızlıkla sonuçlanmış bile olsa onun iş adamlığı hakkında bir fikir verecek niteliktedir. Herzl, hatıralarında olayı uzun uzun anlatır...”  20

Acaba bugün kendini iş adamı sanan bir liderimiz var mıdır? Hiç sanmıyorum.

Eğer istenilen miktar verilseydi şu an Filistin’i, Abdülhamit Sultan daha o zamanlar, Siyonistlere Osmanlı Bankası ile beraber satacaktı. Bu da gelenek ve göreneklerimizin ne denli sağlam olmadığını bize göstermektedir. Zaten onun içindir ki, bu gibi gelenek ve göreneklerin de değişime ihtiyacı var olup, Atatürk gibi ileri görüşlü kişiler kendilerini toplum için feda edebilmiştir.
             
İşte Mustafa Kemal’de bu sözde uygar olan sömürgecilere karşı 1919’da Samsun’a çıkmış, sırtını halkına dayamış ve emperyalistleri, geldikleri gibi geri yollamasını bilmişti.
           
Bakın bu alttaki yazı, şu anki halimize ne denli benziyor! Oysa 1930'larda Kadro hareketi olduğu zamanlar Şevket Süreyya Aydemir, Osmanlı’nın durumunu belirtmek için yazmıştı.      

"...Özgürlüğü olmayan ülke, bütün emeğini ..yarattığı hemen bütün değerleri, bütünü ile yabancı efendisine kaptırıyordu. Bu alın teri ürününden, vergiler şeklinde devlet hazinesine akacak değerlerin çoğu da, devletin borçları, faizleri ve kurulan yeni saraylara, bu saraylar etrafında çöreklenen bir avuç, saray uşaklarının eğlenceye düşkünlüğü için akıp gidiyordu...

...Özgürlüğü olmayan ülkede, sermaye birikmesi olmayacaktı. Yalnız bu yabancı ülkelerle, vatan toprakları arasında ve başlıca olarak limanlarda, yeni ve her türlü ülkede de azınlıklardan olan bir aracı grubu kompradorlar türüyordu... Ama onların bu yağmaları, hiçbir zaman ekonomi alanına akmayacaktı..

...Ulusal sermayenin olmadığı, olamadığı, yarı feodal bir Asya düzeni altında idare edilenlerin, ekonomik olarak, esir oldukları bir memlekette ise, Batı anlamı ile 'sınıflardan' ve sermaye hareketlerinden elbette ki söz edemezsiniz. Bu gibi ülkelerde yalnız, içten ve dıştan sömürülen bir halkla, vatan toprağına ancak kazançları ile bağlı, yani vatansızlar vardır...

...Ekonomik olarak köleleştirilmiş bir ülke de, hiç bir reform söz konusu olamaz. Çünkü köklü reformlar için, ekonomik olarak köle olamayan ve siyasetten felce uğramamış bir memleket düzeni şarttır. Yani bu ülkenin her şeyden evvel, iç ve dış efendilerine karşı isyanı lazımdır...”   21
                                                                                                                               
Ama aynı oyunu yine yaşamaya başlamadık mı?.. Ve emperyalistler bu kez bizi ekonomik olarak kuşatma altına almıyor mu?.. Yani bu kez Duyun-u Umumiye gibi kurumları görme- den, ekonomik bağımsızlık elden gidiyor ve daha sonra da devletin yardımı ile de yasal olarak borsa aracılığı ile insanların paraları borsaya yatırılıyor, oradan da dünya şirketlerinin görün- meyen karanlık ellerine geçiyor.

Güya burada parası olan zavallı yerli yatırımcılarda onların birer ortağı oluyor ve böylece, Ulusal Devletini unutan, küresel bankalarda parasını nasıl alacağının derdine düşüyor. Ve kendi devletinin efendisi olacağına, yabancılarının uşağı olmaktan çekinmiyor.

İşte bu aşamada bizim yapmamız gereken olgu, yukarı da belirtildiği gibi, efendilere karşı ekonomik ve siyasal isyandır ama ilk önce ekonomik.

Ama emperyalistlerin teknolojileri vardı. Ve bundan yararlanarak uygarlıklarını (teknolojileri- ni) diğer kolonilerde* sömürüye çeviriyorladı. Emperyalizme küresel anlamda baktıktan son- ra, ayrıca insanlık tarihinin yaklaşık son beş yüzyılı kapitalizmin ve kapitalist az gelişmişliğin evriminin tarihi olduğunu bilerek, ulusal anlamda sömürünün bize ne ifade ettiğini mutlaka anlamamız gerekmektedir. Yoksa sonumuz yok olmaktır.

1923 "Aydınlanma Devrimini daha iyi anlayabilmek için ilk önce, Osmanlı Devletine bakmamız gerekmektedir;

“..Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir “ateşkes anlaşması” imzalamış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda, Ulusu ve yurdu Birinci Dünya Savaşına sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurTtan kaçmışlar.. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek her hangi bir duruma razı...”  22

Ve bu çürümüşlüğü daha önceleri tespit eden Mustafa Kemal, kendisi ile birlikte olan komutanları arkasına alarak, ilk iş olarak emperyalistlerle işbirliği yapan, despotik rejimi, yani Saltanat ve Hilafeti kovarak, yeni bir Devlet, yeni bir Cumhuriyet, yeni bir rejim, kurmuş ve ilk işi halkın egemenliğini, yine halk’a bırakmak olmuştur.

Cumhuriyet bir devlet şekli. Bir devlet şekli de. Peki ama Devlet ne? Kanımca Cumhuriyeti daha iyi anlayabilmek için, ilk önce devletin ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir ki, devletin ne olduğunu bilen bilinçli yurttaş, cumhuriyetine de daha çok sahip çıkabilsin.

İşte burjuvanın oluşu ile başlayan, daha sonra 'Rönesans' akımının öncüsü olan bu grubun düşünürleri, bizlere devletin bir 'toplumsal sözleşme' ile oluştuğunu göstermekte- dir. Toplumsal Sözleşme düşüncesi, tarihte ilk kez Plato'ya dek gitmekle birlikte, sistematik olarak Aydınlanma düşünürleri tarafından ortaya atılmıştır.

Locke, Rousseau ve Montesquieu gibi çağların ünlü düşünürleri 'sözleşme' teorileri ile hep toplum ve bireyle devletin ilişkilerinin ne olması gerektiğini göstermeye çalışmışlardır. Bu üç düşünürden biri olan Rousseau’nun yazmayı tasarladığı baş yapıtına bir bakarsak ki, bu eserin, Rousseau yalnızca bir bölümünü yayımlaya bilmiştir. O da Birinci bölümdür:

 Birinci bölüm herkesin bildiği sözcüklerle başlar;

 “...İNSAN ÖZGÜR DOĞMUŞTUR; ve HER YERDE  ZİNCİRLER .

İÇİNDEDİR..”

4  BÖLÜM

“Rousseau’nun daha önemli yazılarında olduğu gibi bunda’da uygarlık felaket, doğal durum nimettir. 
DOĞAL DURUMLARINDA SAHİP OLDUKLARI ÖZGÜRLÜĞÜ, İNSANLAR NASIL OLURDA YÖNETİMLE GÜVENCELEYEBİLİRLER..

 Bir noktada yaşamın korunmasına yönelik engeller, bunları alt etmeye yönelik kaynaklardan daha büyük olur. O zaman insanlar birbirleriyle sözleşmeler yaparlar, kollektif bir yapı oluşturarak bu sözleşmeden birlik ve ortak kimlik edinirler. Sözleşmede vaz geçmiş göründükleri şeyi, değiş - tokuşla yeniden kazanırlar. Rousseau’nun altını çizerek belirttiği gibi,“Her birimiz kendi şahsını ve ortak olduğu tüm gücünü genel iradenin yüksek yönetimine terk eder ve ortak kimliğimizle her üyeyi bütünün ayrılmaz bir parçası olarak görür .” 23

İşte Jakobenler aydınlanma çağında başlayan toplumsal sözleşme teorilerinden etkilenerek Rousseau’yu, bir tür ideolojik öncüleri olarak görürler; 

 Mably ise Yurttaş Hakları ve Görevleri adlı eserinde (1789) şöyle yazacaktır:“...toplum kangrene uğrayıp yok olma ve – açık söylemek gerekirse- despotluk altında ölüp gitme tehlikesiyle yüz yüze geldiğinde, İÇ SAVAŞ BİR KURTULUŞTUR ... ” 24

Bir ideolog olan Nicolas de Bonneville ise toprakların eşitçe işletilmesi ile ilgili şöyle yazar: “...Her insanın toprak hakkı vardır ve geçimini sağlayacak ölçüde bir toprağın mülkiyeti onun olmalıdır; o toprağın mülkiyetini çalışma ile elde eder ve payı, başkalarının eşit hakları ile sınırlı olmalıdır..."25
İşte bu düşünürler sayesinde Fransa tıpkı Amerika  gibi İngiltere gibi kendi halklarına yurtaşlık evrensel beyannamesi hazırlamıştır. Bu beyanname de Fransız halkının özgürlüğü söz konusu- dur. Ve başa geçenler özgürlük için bir bedel verileceğini çok iyi bilmektedirler.

                            İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kısaca şöyledir:
                                               İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ
            Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,
İnsanlık topluluğunun bütün bireyleriyle kuruluşlarının bu Bildirgeyi her zaman göz önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, giderek artan ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları ve gerekse bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler halkları arasında bu hakların dünyaca etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder.
Madde 1-Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.
Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.
Madde3 -Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır.
Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.
Madde 6- Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı vardır.
Madde 7- Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın korunmasından eşit olarak yarar- lanma hakkına sahiptir. Herkesin bu Bildirgeye aykırı her türlü ayrım gözetici işleme karşı ve böyle işlemler için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır.
Madde 8- Herkesin anayasa yada yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.
Madde 9- Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.
Madde 10- Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenirken, tam bir şekilde dava sının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır.
Madde 11
1.      Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz sayılır.
2. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal yada uluslararası hukuka göre bir suç oluşturmayan herhangi bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Madde 12- Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna yada haberleşme sine keyfi olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz. Herkesin bu gibi karışma ve saldırılara karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır.
Madde 13
1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.
2. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir.
Madde 14
1. Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.
1.Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan veya Birleşmiş Milletlerin amaç ve ülkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan yararlanılamaz.
Madde 15
1.       Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır.
2.       Hiç kimse keyfi olarak yurttaşlığından veya yurttaşlığını değiştirme hakkından yoksun bırakılamaz.
Madde 16.
1.Yetişkin her erkeğin ve kadının, ırk, yurttaşlık veya din bakımlarından herhangi bir kısıtlamaya uğramaksızın evlenme ve aile kurmaya hakkı vardır.
2.Evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle yapılır.
3.       Aile, toplumun, doğal ve temel unsurudur, toplum ve devlet tarafından korunur.
Madde 17
1.       Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır.
2. Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz.
Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.
Madde 19- Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.
Madde 20
1.      Herkesin silahsız ve saldırısız toplanma, dernek kurma ve derneğe katılma özgürlüğü vardır
2. Hiç kimse bir derneğe girmeye zorlanamaz.
Madde 21.
1. Herkes, doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığı ile ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir.
2.Herkesin ülkesinin kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanma hakkı vardır.
3.Halkın iradesi hükümet otoritesinin temelidir. Bu irade, gizli veya serbestliği sağlayacak benzeri bir yöntemle genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak ve belirli aralıklarla tekrarlanacak dürüst seçimlerle belirlenir.
Madde 22- Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe geli- şim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir. 
Madde 23
1.       Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.
2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.
3.Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.
4.Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır.
 Madde 24-
Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma süresinin makul ölçüde sınırlandırılmasına ve belirli dönemlerde ücretli izne çıkmaya hakkı vardır.
Madde 25
1.Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır.
Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir.
2. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar.
Madde 26.
1.Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yete neklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır.
2.Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırk lar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
3.Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır.
Madde 27
1.Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.
2. Herkesin yaratıcısı olduğu bilim, edebiyat ve sanat ürünlerinden doğan maddi ve manevi çıkarlarnın korunmasına hakkı vardır.
Madde 28- Herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.
Madde 29
1.Herkesin, kişiliğinin serbestçe ve tam gelişmesine olanak veren topluma karşı ödevleri vardır.
2. Herkes haklarını kullanırken ve özgürlüklerinden yararlanırken, başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ve demokratik bir toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel refahın gereklerinin karşılanması amacıyla yalnız yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olur.
3.Bu hak ve özgürlükler hiçbir koşulda Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı olarak kullanılamaz.
Madde 30- Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.

İşte o yıllarda ortaya atılan bu düşünceler, daha sonra sosyalist devrimin gerçekleşmesinde öncü rolü sağlamıştır.
Şu anda ülkemiz, toplumsal sözleşmenin veya yurttaş hakları evrensel bildirisinin veya devrimsel atılımların neresinde olduğunu bilemem ama; kara parayı aklama, zorbalık, yarı feodal bir sistemin sürdürülmek istenmesi, çalışmadan mülkiyete el koyma vs. yani despotizm varlığını sürdürmektedir. Ve de en büyük tehlike de budur.

                                 

                                                 BÖLÜM 5


İşte görüldüğü gibi  aydınlanma çağındaki filozofların devlet tanımı bu.
Bir  Filozof  şöyle der; (John Locke“Siyasi iktidar, sözleşmeyi ihlal ederse, sözleşme iptal - fesh  edilir.”* veya başka bir siyasal sisteme göre ise:

"...Ulus birbirine karşı sınıflara bölünmüştür ve çatışan bu sınıfların çıkarlarını birleştirebilecek hiçbir şey yoktur...Üretim araçları özel sektörün elinde kaldıkça; devlet toplumun yüksek çıkarlarını temsil etmekten uzak kalacak, egemen sınıfın sömürü aracı olacaktır. Bu arada, yasalarda bu sömürüye yardımcı olmaktan öte hiçbir şey görmeyeceklerdir..." 26 (K. Marx) doğal olarak bu da başka bir görüş açısı. 

Başka bir açılıma göre ise;

"...Devlet, bütünüyle rekabet içindeki çıkar gruplarının bir karışımı olmanın ötesindeki bir iktidarın varlığına işaret eder; ve iktidarı, karşıtların ters yöndeki etkileri nedeniyle yoğunlaşmaktan çok, dağılan bir kaynak sayan bir modelde böyle bir araca yer olmaz. Ayrıca iktidarın, devletin elinde olduğunu söylemek de modern toplumun demokratik niteliğine kuşku düşürmek demektirhükümetler halk tarafından seçilir, devletler değil. Çoğulcu tercih, yürütme, yargı, ve yasama erkleri arasında açık bir ayrımı ve böylece bir grubun halkın aleyhinde olarak iktidarı tekelinde almamasını öngören bir siyasal tablodan yanadır.
 Oysa devlet imgesi, doğrudan halk iradesine karşı sorumlu olmayan ve şiddet kullanma yetisine sahip bütünsel ve birleşik bir araç görünümündedir. Dolayısıyla, hükümetlerini ve toplumsal yapılarını sevmeyi öğrenmiş olanlar, bu terimi kullanmak istemezler...” 27

Bu bağlamda halk için başa geçmiş olan iktidarlar, hükümetler, asla ve asla kendilerini, var olmayan bir imge adına kendilerini bir göreve tabii tutmamalıdırlar. Eğer hükümet olamazlarsa, yani üç erki adil bir biçimde uygulayamazlarsa, bu totaliter bir rejim olur. Totoliter bir rejim’de de, baskı vardır. Ve baskı rejiminde de kimseye hoşgörü yoktur. Ama şu da var ki, o halde niye hükümetler, iktidara geliyor? Yönetmek için değil mi? Her tez, anti tez olacağına göre, hükümette kalabilmek için, yani varlıklarını sürdürebilmek için, devlet (şiddet) denen bu görünmez aygıtı kullanmak isteyeceklerdir. 

Bu bağlamda halk için başa geçmiş olan iktidarlar, asla ve asla var olmayan bir imge adına kendilerini bir göreve tabi tutmamalıdırlar. Eğer hükümet olamazlarsa , yani üç erki adil bir biçimde uygulayamazlarsa , bu totaliter bir rejim olur.

Örneğin, bu aygıtı kullanarak: İşçi–işveren, çatışmaları yaratmak veya toplumsal olayları alevlendirmek isteyeceklerdir vd. Eğer kapitalist devletler, şiddet uyguluyorsa, yani devlet aygıtını kullanıyorsa, ezilen devletin halkları da, bu çarkın içinde doğal olarak ezilmeyecek mi? ezilmiyor mu?. Bu bağlamda esas kendi halkına düşman olan ve halkları acımasızca ezen en büyük düşman kapitalizm olmuyor mu?

Öyle ise ne yapmalı? Halklar ilk olarak kapitalizmden değil, devlet anlayışından kurtulmalılar ve alternatif bir yol sunmalılar kendi halklarına! İşte o zaman kendi bağımsızlıklarına ve özgürlüklerine kavuşacaklardır. Daha sonra devlet teriminden kurtulan halklar, korkularını da daha kolay yeneceklerdir. Ama oyuna gelmeden, kapitalistler gibi davranmadan yapmalı bunu, onların silahlarını kullanmadan yenmeli kapitalistleri ama nasıl.

İşte sorun burada düğümleniyor. Halklar bunu bulduğu an, kapitalist saldırıya karşı top yekün bir karşı saldırıya geçebilirler.

Kardeşlik için, barış için.

Şiddete karşı sevgi sunulursa eğer, devlete gerek kalır mı zaten. Şiddet şiddettin dostudur onla beslenir. Sevgiyi sevmez kovar şiddet, onun için şiddetin her tarafını sevgiyle çevrelemek gerek ki, yok olsun bir süre sonra.

Kendilerine ben devletim diyenler, devletin veya iktidarın, duygularını nasıl sömürdüğünün ve kullandığın farkında bile değillerdir. Sonra da nasıl ortadan kaldırdığının. Devlet adına yasa dışı yollara girerseniz, devlet aynı zamanda güya hukuk devleti de olduğundan sizi tanımaz ama kullanır.

Onun içindir ki, iktidarın halkın emrinde olması demek, Toplumsal Sözleşmeye uyduğu gibi, halkın yurttaş olarak var olmasının en önemli olgusudur. Ama buraya bir karşı sav konulabilir. Halkın, yönetimde olabilmesi için, hakkını araması gerekmektedir'. Yasal yollardan haklarını alan halk, yasadışı yollara başvurmaz, halk yasal yollardan haklarını alamıyorsa, yani yasa yapıcı, halk'a zor kullanıyorsa, direnme hakkı meşruluk kazanabilir.

İşte bu ortamda mafya ortaya çıkar, totaliter devlet özlemleri, demokrasi adına oluşur. Yasa-dışı örgütler bu ortamda büyür. Peki ama demokrasi nedir?

Demokrasi bütün görüşlerin, bu aykırı bile olsa, açıklanabilmesi, yazılabilmesi, ko- nuşulabilmesi ve bu düşünlerin bir çatı altında toplanıp 'yasal temelde' eylemde bulunabimesidir. Ama ilk önce devletin yasalarını demokratikleştirmek gerekmektedir; Bu da Demokratik Kitle Örgütlerinin yapabileceği bir çalışmadır

Bu yukarda saydıklarımı bile aslında sermaye tespit eder ki, kendisi tehlike’ye girmesin.

İyi de böyle bir dünya’da da, Kapitalist sistemin demokrasi adına sadece bir tarafa güç vermesi, halkımıza ne denli demokrasiyi sağlar? Tabi ki sağlamaz. Bu aşamada, demokrasi diye bir şey olamaz. Olsa olsa demokrasi mafyalaşan kapitalizmin sömürü aracı olur. Ve kapitalizm demokrasi adına, ezilen devletleri ve onların halklarını sömürür?

Halk egemenliği olmayan devletlerin, demokrasileri de zaten olmaz, olamaz. Gelelim halk egemenliğine. Halk egemenliğinin para egemenliği ile ilintisi vardır. Bir yerde para egemenliği varsa, orada da halk egemenliği güya vardır. Kısaca para egemenliği (sistem) kendini kamuflaj etmek için halk egemenliği terimini yaratmıştır.

Halk egemenliğini terimini biraz daha açarsak özünde bunun ufak bir zümre (oligarşi) olduğunu görürüz. Örnek vermek gerekirse: daha önce halk egemenliğinin olmadığını söylemiştik. Devlet tanımını hemen açalım: Devlet burjuvadan yanadır ama bazen öyle aşamalar gelir ki, ezilen kesimden de gözükmek zorunda kalır.

Dünya da artık küreselleştiğine ve ezilen veya gelişmeye çalışan devletlere SOROZ gibi insanların, şirketlerin eline geçtiğine gore; örnek olarak sorozda, emperyal devletlerin ve şirketlerin şiddetini düşürmeye çalışmaktadır.

Az gelişmiş devletlere parasal yardım yaparak, güya demokrasi getireceğim diyerek insanların kafasını karıştırmak ve yani sorozvari geçiş yapmak, sistemin işine daha çok yaramaktadır. Çünkü günümüzde kimseyi uyandırmamak gerekmektedir. Ve devlet soroz gibilerdir. Şiddetle olursa uyanılır ama şiddetsiz olursa yeme de yanında yat vs . devlet şiddeti kime yapacağını çok iyi bilir.

Buna da günümüzde küreselleşme denmektedir.

diye bir şey olamaz. Olsa olsa mafyalaşan kapitalizmin sömürü aracı olur demokrasi. Ve kapitalizm demokrasi adına, ezilen devletleri, ve onların halklarını sömürür? Halk egemenliği olmayan devletlerin, demokrasileri de zaten olmaz.

Diyorlar ki; Biri ezer, biri ezilir, bu düzen böyle kurulmuştur. Bu faşizan düşüncenin ağa babaları bilmelidirler ki, kendi halklarına özgürlük istiyorlarsa ilk olarak ezdikleri halklara özgürlük vermelidirler. Özgürlük vermelidirler ki, kendi halklarında özgürlüğe kavuşabilsin.

Yukarıda örtülü olarak  bir iki siyasal sisteme değindik. Birincisi yönetenin, halk yığınının çıkarlarını değil de, üç-beş kişinin çıkarlarını koruması. Yani oligarşi. Oligarşinin sözlük anlamı iktidarın ya da yetkinin bir azınlık tarafından ele geçirilmesidir, bu, günümüz de dolaylı olarak yapılmaktadır. Yani azınlık iktidarı ele geçirmiyor ama halk adına iktidara gelenleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanabiliyor.

Burada oligarşi ile ilgili olarak, Pareto adlı düşün insanı bakın ne demiştir.

“...Bütün hükümetler kuvvet kullanılarak ve hepsi akıl temelinde kurulduklarını ileri sürerler. Gerçekte genel oy hakkı olsa da olmasa da yönetim ‘halkın iradesi’ne azınlığın istediği ifadeyi verme yollarını bulan bir oligarşidir...”28

Eğer kapitalist bir ülkede yaşıyorsanız ve ne yazık ki, kapital üç-beş kişinin elinde ise, kapital sahiplerinin istedikleri kadar söz söyleme, sözlerini (yanlış da olsa) kabul ettirme haklarına sahip olmaları demektir. Eğer sermaye, neden küçük bir azınlığın elinde deniyorsa, sermaye ne kadar az kişinin elinde toplanırsa, devlet sermayeyi o denli kontrol eder de ondan. Böyle bir devlette herkes parası kadar konuşma hak ve yetkisine sahiptir.

Böyle bir ülke’de demokrasi ve özgürlük herkese vardır. Ama insanın parası kadar özgürlüğünü kullanma hakkı vardır. Yani eşitsizlik içinde eşitlik!..Liberalizm; bir yanda aç kalma özgürlüğü, öbür yanda ise aksırıncaya, tıksırıncaya dek yeme özgürlüğüdür! Dolayısıyla kapitalist bir ülkede bir pasta düşünecek olursak pastanın neredeyse 4/3'ünü bir avuç ege­men alacak, geri kalan yığınlar sürünmeye devam edeceklerdir. Özgürlük ama kimin özgürlüğü.

EĞİTİM - DEVLET
İNSAN HAKLARI VE ELEŞTİRİ  I

“…Eğer devlet doğrudan egemen sınıfın bir kurulu gibi davranıp mali ve hukuksal konularda açıkça onun tarafını tutsaydı, diğer grup ve sınıfların desteğini sağlamak için etkin olmayan ve savurgan baskı yöntemine başvurmaktan başka çare kalmazdı. Dolayısıyla devletin zaman zaman ayrıcalıklı sınıfın o günkü çıkarlarının aleyhine olmakla birlikte, ayrıcalıksız sınıfların yararına olan refomlar yaparak toplumdaki belirli bir çıkar grubuna karşı tarafsızlık ve ondan bağımsızlık havası yayabilmesi gerekir. Bu yolla devlet, servet ve küstahlığın müfrezelerine karşı mağdur durumda olanların savunucusu gibi görünebilir. Bu sava göre, eğer burjuvazi kendi halinde bırakılırsa bir sınıf olarak varlığının sürmesi açısından o kadar önemli olan bu tür reformlara ödünlere karşı çıkma eğilimi gösterir. Devletin göreli özerkliği, burjuvaziyi bizzat kendisinden koruyan bu değişikliklerin gerçekleştirilmesini güvence altına alır…”

Bu bağlamda halk için başa geçmiş olan iktidarlar, asla ve asla var olmayan bir imge adına kendilerini bir göreve tabi tutmamalıdırlar. Eğer hükümet olamazlarsa , yani üç erki adil bir biçimde uygulayamazlarsa , bu totaliter bir rejim olur.


İnsanlık topluluğunun bütün bireylerle kuruluşlarının bu bildirgeyi her zaman göz önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, giderek artan ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları gerekse bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler arasında bu halkların dünyaca etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder, diye yazar evrensel beyyannamenin başlangıç kısmı.

Ama bunun adına ülkeler zapt edilir. Yine güya demokrasi (liberal) adına işgal edilen ülkelerin mal varlıklarına el konulur. Ve kendini korumak isteyen, direnç göstermek isteyen ülkeler çıkarsa, terörist ilan edilir hemen , çünkü sistem kurulmuş, bölüşüm başlamıştır çoktan. Buna karşı gelmek ne demektir. Asıl hainlik bu demek değil midir.

Tüm dünya hatta tüm insanlık, doğmuş, doğmamış tüm bedenler onlar için asker olacak ölecek ve öldürecektir , biraz kafası çalışan güya akıllılara ise sistem kendileri için, kendi sistemlerinin yürümesi için icat yaptıracak, bilim insanı olacak ve daha kolay mal satmak, teknolojiyle insanların malını, canını parasını yok etmek bilim insanlarına oradanda sistemin cebine sıcak paralar gelmesi biricik hedef olacaktır. Savaşlar da böyle çıkacaktır.

Kısaca bilimsel emeğin ve gücün yanlış ellerde olması yüzünden devletler ateş altındadır. Sorulan soru, nasıl bir rejim, nasıl bir yaşam, nasıl bir eğitim sorusudur.

Diyoruz ki tabii ki, bağımsızca ve özgürce yaşayarak , özgür ve bağımsız eğitim.

Ama ilk olarak eğitimin ne olduğunu görmeden önce devletin ne olduğunu, erkleri kaça ayrıldığını ve nasıl yürütüldüğünü daha iyi anlayabilmek için aşağıdaki yazıya bir bakalım:

***

EĞİTİM -II-

“…İnsanlarda özgürlük fikri uyandırılırsa, özgür insan durmaksızın kendisini özgürleştirecektir; tam tersine, eğer insanlar sadece eğitilirse, kendilerini en yüksek düzeyde yetişmiş, zarif insanlar olarak daima koşullara uyduracaklar ve uşakça yaltaklanan ruhlar halinde yozlaşacaklardır…”


Şimdi gelelim devlet içindeki eğitim anlayışına veya anlayışsızlığına ;

Godwin; “…Eğitimin hükümetten daha büyük bir güce sahip olduğuna inanıyordu. Çocuklar elimize verilmiş bir hammadde, kolayca şekil verilebilen, esnek bir cevher, gibidirler. Doğanın asla bir ahmak üretmemesi gibi deha da doğuştan gelmez, daha sonra kazanılır. O halde, gençliğin kötü alışkanlığı denilen şey, doğadan değil, eğitimin bozukluğundan kaynaklanır. Çocuklar dünyaya masum olarak gelirler: Güven, nezaket ve iyilik onların mizacını oluşturur. Yetişkinlerin “rendeliyeci müdahalesi”nden asla özgür olmadıkları bir sırada, derin ve doğal bir özgürlük aşkına sahiptirler. Özgürlük “anlama gücünün okulu” ve “gücün anası”dır; aslında çocuklar okuldan çok, boş zamanlarında öğrenir ve gelişirler. …

Yine Godwin’e göre;

…Bütün eğitim bir despotizm formunu kapsar. Modern eğitim sadece çocukların yüreklerini çürütmekle kalmaz, anlaşılmaz jargonuyla akıllarını da zayıflatır. Onların gerçek kapasitelerini açığa çıkarmak için pek az bir çaba harcar. Ulusal eğitim ya da devlet eğitimi, pek çok ilerici reformcunun o büyük umudu, sadece sorunların daha da kötüleşmesine yol açar. Bütün kamu kurumları gibi eğitim kurumu da süreklilik fikrine dayanır ve “yanlışlığı kanıtlanmış hatalar”ı insan zihninde sabitler: Sonuç olarak lise ve üniversitelerde öğretilen bilgi, toplumun engellenmemiş bireylerinin gerisindedir.

…Ayrıca bir ulusal eğitim sistemi hükümetin aynası ve aracı olmaktan kurtulamaz; bunlar Kilise ve Devletinkinden daha çetin bir ittifakı oluşturur. Doğruluktan çok mevcut yapıya saygıyı öğretirler. Bu koşullarda öğretmenin, bilginin temellerini sürekli olarak yeniden oluşturmakla yükümlü bir köle ve kendi iradesini dayatan gençliğin hazlarını ve feveranlarını sonsuza dek denetleyen bir tiran haline gelmesi şaşırtıcı değildir…

Godwin bundan sonra nasıl bir eğitim der. İnsanı körelten despot eğitimi ortaya serdikten sonraonun önerisi bireysel eğitimdir. Bireyin mutluluğuna dayalı bir eğitim.

Godwin …grup içi eğitimin, yeteneklerin geliştirilmesi ve kişisel kimliğin teşvik edilmesi bakımından tek kişilik öğretime tercih edilmesi gerektiğini kabul eder. Bu nedenle, mevcut toplumda en iyisinin küçük ve bağımsız bir okul olduğunu öne sürer. Ancak bu noktada durmayarak geleneksel eğitimin temellerini sorgulamaya devam eder…

...Ona göre eğitimin amacı mutluluk üretimi olmalıdır. Erdem mutluluğun özüdür.

Ve erdemli kişinin bilge kişi olması gerekir…Eğitim, uygun biçimde denetlenen. Aktif ve öğrenmeye hazır bir zihin geliştirmelidir. Bunu sağlamanın en iyi yolu belirli bir bilgiyi çocukların kafasına sokmak değil, onların gizli yeteneklerini açığa çıkarmak, zihinlerini uyandırmak ve onlara düşünme alışkanlığı kazandırmaktır...

…O halde, çocukları eğitirken, eşitlikçi, anlayışlı, içten, dürüst ve açık olmalıyız. Sert gözetimciler ve oyunbozanlar olmamalıyız; gençlerin aşırılıkları genellikle deha ve enerjinin erken göstergeleridir. Okuma hevesini teşvik etmeli, ancak ne okuyacaklarını belirlemeye çalışmamalıyız En önemlisi, bilme arzularını, bilginin üstünlüğünü göstererek canlandırmalıyız... “

***
Daha önce de belirttiğimiz gibi;

Burada bunları yöneten tek olgu vardır. Oda SERMAYE’dir. Çünkü sermaye, devlet olmadan olamaz. Aslında devlet kamuflajdır. Devlet’te halk olmadan olamaz. Sermaye’yi koruyan devlettir. Onun içindir ki, sermaye Devlet diye bir aygıt yaratmıştır. Kapitalist, sermaye’ye ayak uydurduğu sürece hayatını sürdürür. Lakin sermayenin istediği tek şey kurduğu sistemin muhalefet dahi olsa, kendi gibi düşünmesini sağlamaktır.

Bu da eğitimle olur. (SİSTEMİN EĞİTİMİ) Sistem eğitimli insanlar ister, ama o eğitimli insanlar daima ve daima kendi sistemine riayet etmelidir. Bu da bize gelişmiş, son derece teknolojik olan, fabrikasyondan çıkan robotları andırmaz mı!..

Baştaki Sermaye, Tanrı adına ve onun elçiliğinde, peygamber adına meclis kurarlar. Ve bir hezeyan yaratıp, sanki halk egemenmiş gibi, Meclisi dokunulmaz ilan eder. Aslında kendi yapacakları hilekarlıkları düşünüp, kendilerini dokunulmazlık zırhına alırlar.

Bunu da sermaye onlara öğütler.

Ama sermaye, dokunulmazlık diye bir şey tanımaz ve her çıkarına dokunulduğunda Meclisin kulağı çekilir. Çünkü Meclis zaten sermayenin ta kendisidir.

Egemen, güya Halk olacağından, dokunulmazlık kabul edilir. Ama sermaye bir GOD’(TANRI)dır.

Halk’da var olmayan bir olguya inandırılır çoktan.

Ve bu çark da, böyle dönüp dönüp durur. Aşağıda bunu biz bir şema ile gösterirsek, ortaya bu şekil çıkar.

1-SERMAYE

2-TANRI

3-PEYGAMBER

4-MECLİS

5-HALK

Bilinmelidir ki, sermaye kendine uygun eğitimli insanlar yaratmaktadır.

Aslında bir yıkılsa, kafalarda bir yıkılsa meclis. Bir Tanrı kavramı olmasa, işte o zaman halk sermaye’ye tamamen egemen olacak ve sermaye’ye direkt olarak egemen olan halk’ta, eğitimini özgürce tamamlayacaktır.

Ve o sermaye’ye, özgür ve egemen olan halk’ın, nasıl bunu elde edebileceğini işte bu dogmaları öğrenmeden, özgürce eğitimle yapacağını belirtmekteyiz.

1- ÖZGÜR EĞİTİM

2- BİREYSEL GÜÇ

3- DAYANIŞMA

4- ÖZGÜVEN

5- İRADE

6- YARATICILIK

7- GÖNÜLLÜLÜK

8- SORUMLULUK

9- DİSİPLİN

Karşımıza, bu 9 ilke çıkacaktır.

Ama ne yazıktır ki, sistem aykırılığı sevmez. Sevse bile bunu da kendi içinde kontrollü olarak yaratır ve sonra da yarattığı bu aygıtın kendine zarar verdiğini anladığında kendi silahlı güçlerine yok ettirir.

İşte bu sömürüde böyle sürüp gider.

Eğitim ve devlet karşıtlığı eğer devlet kendi erkini yani despotizmini gösterdiği sürece var olacaktır.

Çünkü eğitim özgürlük demektir.

Özgürlükte devlet anlayışı olamaz. Devlet daha önce de belirttiğimiz gibi şiddeti içerir.


                                                              BÖLÜM 6
Osmanlıyı Kapitülasyonlarla yavaş yavaş çökerten Batı, gerçek yüzünü Tanzimat Fermanlarının açıklandığı gün göstermiştir. Çünkü ferman Osmanlı’yı parçalamak ve sömürmek için  yapılan bir suikastten başka bir şey değildir.
Ama bunu Osmanlı batılılaşmak ve çağdaşlaşmak olarak algılamıştır. Ve ne yazık ki, teokratik anlayıştan da kopamamıştır. Var olan monarşik, tek kişilik anlayışını da terk etme gibi lüksünü bırakmamıştır. Şeriat’a dayalı bir rejim sürmektedir. Bu süreçle birlikte yani, Bir yanda Lükse dayalı bir Batıcılık, diğer yanda şerait’a dayalı bir Arapçılık arasında kalan bir Osmanlı İmparatorluğu, çöküşünü kendisi hazırlamıştır?.
Dolayısıyla başta da belirtildiği gibi tarihsel süreç başlamıştır. Beyler toprak ağaları, anadoluda bir isyan başlatan Mustafa Kemalden taraf olmuşlardır dikkat edin halk değil beyler, ağalar. Eskiden İstanbuldan taraf olanlar, İstanbul’un güçsüzleştiğini görünce taraf değiştirmişlerdir. Kısaca bu bir devir hareketidir. Tabii daha sonra aynı beyler, ağalar’la, cumhuriyet kurulmuştur. Aslında Osmanlıda yarım kalmış ilerlemeler burada Atatürk’ün kişiliğinde tamamlanacaktır. İşte Kemalist Devrim denen olgu da budur.
Kısaca egemenlerin Osmanlı’yı bölüşme sevdalarının gerçekleştireceği anda Ulusal Güçler ortaya çıkar ve 23 Aydınlanma devrimi bir güneş gibi doğar ve halk egemenliği, cumhuriyetin kurulmasını -saltanat ve hilafetin atılmasını- sağlar.      
“...Azgelişmiş ülkelerde benimsenen büyüme modelleri, yapısı gereği”, “bağımlı ve dışlayıcı” modellerdir. Öncellikle de Batı tipi tüketimi taklit eden bir azınlığın ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Bu ülkelerde kurulan sanayiler çoğunlukla teknoloji, teçhizat, aramalı ve ham madde ithaline yüksek düzeyde bağımlı sanayilerdir. Kullandıkları teknolojiyi kendileri üretemediği için, yüksek düzeyde teknolojik bağımlılık söz konusudur. Dolayısıyla hem ithalat bağımlılığı yüksek, hem de üretilen mallar iç pazara yönelik olduğu için, sanayinin ihtiyaç duyduğu dövizi sağlaması mümkün değildir. Başka bir ifade ile, ithal ikameci sanayileşme geleneksel ürünlerin ihracatından sağlanan dövize bağımlıdır... ”  29
İşte Mustafa Kemal Atatürk’te, Osmanlı’yı böyle tespit etmiş ve sömürge bir ülke de yaşamaktansa ölmeyi tercih etmiştir. Bu bağlamda Osmanlı’nın uzun zamandan beri yarı sömürge halinde bulunduğu DUYUN-U UMUMİYE altında yaşadığı da biliniyordu. Artık Atatürk için, tek çözüm ekonomik, siyasal ve teknolojik bağımlılıktan kurtulmaktı, işte bu anlayışıyla Mustafa Kemal, yeni bir harekete geçti. Bu harekette, milli dava uğruna Anadolu’da toplanmak ve yeni bir meclis kurmak, belki de yeni bir hükümet kurmaktı. Bu yolda, apoletleri atmak vardı, kelle koltukta savaşmak vardı. Çünkü daha dün sana kahraman diyen paşalar, her an tutuklama emri ile sen vatanı karıştırdın diyebilirdi. Ama O başarmıştı. Yeni Bir Cumhuriyet kurmuş, düşmanı yurttan atmış, borçları ödemişti.
                                                                             BÖLÜM 7
1923 AYDINLANMA DEVRİMİNDE YAPILANLAR
VE ENGELLEMELER
“...Condorcet her kuşağın kendi siyasal anayasasını hazırlayabileceğini öne sürerken, bir yandan (anayasal ilkeler ile yeni yasalar teşkil etmede tek bir yöntem sağlayan anayasal hukukun sıradan hukukla aynı zeminde olduğu) Pennsylvania’daki anayasal hukukun durumuna atıfta bulunuyor; öte yandan, 1793 tarihli Fransız devrim anayasasının geleceğini görüyordu; Bir halk her zaman anayasasını gözden geçirip düzeltme, ıslah etme ve değiştirme hakkına sahiptir. Bir kuşak gelecek kuşakları kendi yasalarının hükmü altına alamaz...” [Madde XXVIII] 30
1923 Kemalist Devrimi, emperyalistleri vatandan kovmuş , Osmanlıyı yıkmış ve  kırıntılarınlarından yeni bir cumhuriyet yaratmıştır. Ama kurulan cumhuriyet yarım kaldığı için sancıları hala sürmektedir.  Devrim aşağıdan yukarıya doğru olan sistematik bir olaylar dizisidir. (halk hareketidir) Bu anlamda da Osmanlının yıkılma devri zamanında ki aklı başında olan asker ve bir kısım sivil , bu ilerici halk harekatini yapmıştır. Yapılan şey emperyalistleri ve onlardan yana olan herkesi saf dışı etmektir
 Ama bugünden bakarsak, 1923 Kemalist devrimiyle, eski düzenden , tam tamamlanmasa da ulusal bireysel insan'a, teokratik rejimden cumhuriyet rejimine, şer'i hukuktan laik hukuka geçilmiştir. 1923 devrimi bir de burjuvazisi olmayan bir toplumda, burjuva sınıfı yarattı. Doğal olarak, işçi sınıfı da beraberinde geldi. Şimdi ise Yeni Dünya Düzeni adı altında' Y.D.D' ahlaksızlığının, vahşi bir biçimi uygulanmaktadır. Uygulamak mecburiyetindedirler ki, varlıklarını sürdürebilsinler. İşte kurtulmamız gereken sistem de budur. Böyle bir sistemde dalkavuklar, köşe dönücüler, vurdum duymazlar çoğalır. Ülkemiz hem iç, hem dış borç cenderesinde ufalanmaktadır.

Atatürk'ümüzün Gençliğe Seslenişinde dediği gibi "...yurdumda iş başında bulunanlar aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler, üstelik hainlik de yapabilirler Daha kötüsü, iş başında bulunan bu kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal amaçları ile birleştirebilirler..." 31

İşte bu cendereden ülkemiz bir türlü çıkamamaktadır. Bizim gibi ülkeler olacak ki, onlar borç versinler, borç versinler ki, daha çok borçlandırsınlar. Y.D.D'nin varlığı buna bağlıdır. Çünkü içteki yöneticilerin ekonomik amaçlarıyla, dıştaki sömürücülerin siyasal amaçları birleşmiştir. Artık yeni bir isim altında, kapitülasyonlar kapımızı çalmaktadır.

Kısaca Kemalist Devrim bize, ulusal ve bağımsız bir devlet kazandırmıştır. Emperyalizme ilk tokadı atan, 'bağımsız, ulusal' bir devlet! İşte bu gurur ve onur sayesindedir ki, bir çok şey sanki yoktan var edilircesine hızlı ve çabuk yapıldı. Bugün, bu yapılan yasalara, devrim yasaları demekteyiz. Ve bir maddeyle de koruma altına almaktayız.  32
Aslına bakarsanız, devrimi devrim yapan yukarıdan aşağıya doğru uygulanan reformlar değildir. Devrim halkın içine girerek, halkla birlikte, yapılan uygulamalı olaylardır. Yani aşağıdan yukarıya doğru hızlı ve sistematik olarak yapılan olaylardır.
Ve bu aşağıdan yukarıya doğru yapılan olaylar 50’den sonra yarım kalmıştır. Bu devrimi sağlamlaştıran olgunun 3 sac ayağı vardır.                                                                                                                                                                                                                                                                               
İşte Atatürk'te bundan yola çıkarak Osmanlıyı yıkmış ve kendi kuşağının eksiklerini görmüş, aksaklıkları belirlemiş ve toplumu motive ederek baştan aşağı değiştirmiştir. Böylece tüm .. Atatürk devriminin 1928-1932 döneminde yoğun biçimde uygulamaya koyduğu atılımlar kültür de ulusallaşma ve halklaşmaya yöneliktir.“...Bu dönemde latin kökenli yeni Türk alfabelerinin kabulü; yeni harflerle okuyup yazmayı kolaylaştırmak için "ulus okulları"nın açılması; Türk çocuklarının öğrenimlerini Türk okullarında yapmaları zorunluluğu getirilmesi; Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının kurulması; Halkevlerinin açılması...” bu amacın gerçekleştirilmesi için atılan adımlar, girişilen devrimsel uygulamalardır..." 33 “Bu devrimsel atılımların hepsi üst yapı ile ilgilidir. Ama alt yapı unutulmuştu. bu günde bunun acısını çekmekteyiz.”
İşte bu üç saç ayaklarını aşağıda teker teker göreceğiz:
1-      Halkı eğitmeyi ve bilinçlendirmeyi amaçlayan Halk evleridir;
“..19 Şubat 1932’de kurulan "Halkevleri" Atatürk devriminin, bu devrimle başlatılan ulusal ekin (kültür) yaratma çabalarının, bu ekini yayma girişimlerinin halka açılan kapıları;ekini tüm içeriği ve alanlarıyla geniş kitlelere benimsetme; olguda kadın erkek, yaşlı genç tüm yurttaşları görevli kılma, çalışmaya itme, ekinsel çalışma ve girişimlere katılmalarını sağlama merkezleridir...Halkevleri "Türk Ocakları"nın kapatılması, bu ocaklarla ilgili tüm Mal ve görevlerin Cumhuriyet Halk Partisi'ne aktarılması sonucu İşte ne yazık ki, bu sac ayağı 11 Ağustos 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5830 sayılı yasa ile kapatılmıştır.  Bu, partinin Atatürk düşüncesini yayıcı organı olarak geliştirilmiştir   34
2-     Ezanın Türkçe okunması; halkın içine girerek  ve halkı direkt olarak ilgilendiren bir olgudur, bir ileri adımdır.“...Dilde Türkçe’ye dönüş, Türk dilini geliştirme, öz benliğine kavuşturma atılımı Türk Devriminin ulusçu, halkçı, laik ve devrimci ilkelerinin gereğidir. Dilde Türk dili akımı devrimin halk’a, tüm ulusa benimsetilmesinde, ulusal ekinin, Kemalizmin düşüngüsü’ nün (ideolojisi’nin) yaygınlaştırılmasında, halkla aydın kesimin bir birini anlar hale gelmesinde;...” 35 önemli etken olmuştur. İşte Türkçe ezanın 1932 yılında Arapça değil Türkçe okunmasının altında yatan erek budur.
Ne yazık ki Türkçe ezan’da 1951 de tekrar Arap'ça okunmaya başlanmıştır. Ve devrimin devrim olmasını sağlayan ayaklarından biri de karşı devrimciler yüzünden gitmiştir.

3- Üçüncü ayak Toprak Reformu ve Köy Enstitüleridir; Köy çocuklarını olduğu yerde eğitip yine köyüne öğretmen olarak göndermek ve herkesin kendi toprağını ekebilmesi.

Köy Enstitüleri uygulaması, Devrimin en ileri  uygulamalarından birisidir.
“..17 Nisan 1940’da İkinci Dünya Savaşı’nın bütün yoğunluğuyla sürdüğü yıllarda Köy Enstitüsü uygulamasına geçilmiştir. Bu eğitimin.. temeli üretime dönüklüğüdür. Köylerden köy ilkokullarını bitiren yetenekli çocuklar kurulan Köy enstitülerine alınacak, bu okullarda hem bilimsel nitelikte bir eğitimden geçirilecek, hem de kendilerine tarımla, hayvancılıkla, sağlıkla, ülke üretiminin çeşitli alanlarıyla uygulamalı dersler verilecek, onların mezuniyetten sonra atanacağı köylerde aynı eğitim ve öğretimi uygulamaları sağlanacaktır... ”    36

Köy Enstitüleri uygulaması Türkiye de köye yönelik ve üretime dönük ulusal eğitimin  ve kırsal alandaki geleneksel toplumsal yapının değiştirilmesi eğiliminin en ileri adımıdır.    

Doğan AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni” adlı eserinde Toprak reformunu ve Köy Enstitülerini bakın nasıl anlatmıştır." “...Toprak reformu gibi Köy Enstitüleri de, aşağıdan henüz hissedilir bir tepki gelmeden, Kurtuluş Savaşının Ulusalcı ve Devrimci kadrosunun, güçlü hakim sınıflar aleyhine giriştikleri şerefli bir devrim hareketidir… Şüphesiz ki toprak reformu ve köy enstitüleri gibi iki devrimci hareketi dejenere eden, demokrasi değildir. Tam tersine tefeci tüccarı, ağası, şeyhi, kompradoru ve tutucu bürokratı ile kurulu düzenin kudretli güçlerinin, demokrasinin gerçekten işleyişini engellemeleri, azınlıktaki ulusalcı-devrimci ülkücü çırpınışlarını sonuçsuz bırakmıştır. Nitekim çaresizlik içindeki büyük kitleleri kendine zincirleyen tutucu sınıfların egemen olduğu bir toplumsal yapı çerçevesinde girişilen çok partili hayat, demokrasi yolunda bir ilerici hareket olmaktan çok, ulusalcı-devrimci hareketin sonu olacaktır..." *demektedir.

Köy enstitülerine kısaca bir göz atarsak; “..Köy Enstitüleri, Köy Birlikleri, kombinalar, kooperatifler ve toprak reformu çerçevesinde, bu teşebbüsü hayata geçirecek olan gerçekten devrimci ve orijinal bir hareketti. Burada Köy Enstitüleri’nin büyük değeri üzerinde duracak değiliz sadece “Canlandırılacak Köy” yazarının şu sözleriyle yetinelim..:

..Köy meselesi, bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki bir surette köy kalkınması değil, manalı ve şuurlu bir şekilde, köyün içten canlandırılmasıdır. Köy insanı, canlandırılmalı ve şuurlandırılmalıdır ki, onu hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına ve insafsıca istismar etmesin.

Köylüler şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Köy meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir... Ne var ki; Köy insanın candırılmasına ve şuurlandırılmasına, onun özgürlüğe kavuşturulmasına karşı çıkan kudretli güçler vardı. O da, bu kudretli güçler karşısında, toprak reformu gibi dejenere olmaya mahkumdu...Köy Enstitüleri hareketi, başından beri, eşrafın ve bürokrasinin dar ve tutucu kurallarına sığmadığı için, bürokrat çoğunluğun düşmanlığını kazanmıştır...Toprak reformunu felce uğratan bu güçler Köy Enstitülerini iğdiş etmekte gecikmemiştir...1946 yılında  Bakan Hasan Ali Yücel görevinden ayrılmak zorunda bırakılmış, yerine Hitler rejimine hayranlığı ve Köy Enstitüleri’ne aleyhtarlığı ile tanınan Reşat Şemsettin Sirer getirilmiştir ...Köy Enstitüler’nin mimarı, devrimcı Tonguç, görevinden ayrılmak zorunda bırakılmıştır. 1947 yılında çıkarılan 5117 ve 5129 sayılı kanularla, öğretmene toprak verilmesi güçleştirilmiş, dağıtılmış kitaplar, aletler, hayvanlar ve malzemenin geri alınması yoluna gidilmiştir...Öğretmen, yeni Türk köyünün inşacısı değil, okuma-yazma öğretmekten öte hiçbir işe burnunu sokmayan tutucu bir bürokrat haline getirilmek istenmiştir...” 

 Toprak  reformuna genel anlamda bir bakarsak ve yahut nereden çıktığını bir bakarsak; “..Çağdaş uygarlık yolunda atılması gerekli ilk ve en önemli adım, toprak düzenin de pre-kapitalist ilişkilerin tasfiyesidir. Batı’da, Sanayii İhtilali’nin temelinde toprak reformu yatmaktadır. Toprak reformunun ilk ve en ateşli savunucuları, sosyalistler değil, İngiltere’nin, ..liberal iktisatçılarıdır. Liberal iktisatçılar, kapitalizmin gelişmesini engelliyor diye, toprağın millileştirilmesini isteyecek kadar ileri gitmişlerdir..

...Ne var ki, Cumhuriyet Türkiyesi, çağdaş uygarlık davasının bu en önemli me­selesine el atamamıştır...”

Niçin atamamıştır; İsterseniz orasına da bir göz atalım. Aynı kitabın, iki yüz kırk ikinci sayfasını açarsak görebiliriz ki; O yıllar da CHP kendi milletvekili olan eşrafını bile henüz ikna edememiştir.

Bu meseleye daha yakından bakarsak daha iyi anlarız; Görüyoruz ki; “...Toprak reformu söz konusu olur olmaz, en şiddetli tepkiler CHP’nin içinden gelmiştir. Şeref Uluğ’lar, Cavit Oral’lar, Kasım Gülek’ler, Adnan Meneres’ler, Emin Sazak’lar, Kasım Ener’ler, Mürseloğul’lar, Arıkoğul’lar, Sağıroğul’lar, vb. gibi partinin eşraf kanadından gelen mukavemet, sayesinde kanun ölü doğmuştur.. Bakın burada İnönü’ nün 20 yıllık arkadaşı Hilmi Uran Bey Toprak reformunu şöyle değerlendirmektedir. “..Böyle bir kanunu çıkarmak .. memleketimizin iç bünyesini layıkıyla anlamamak, ve yahut da onu yeterince bilmiyor görünmek demekti. Nitekim sırf bu son sebep yüzünden, kanun, Meclisten adeta zorlanarak çıkarılabilmişti ..”  *

Çünkü devrim, eşraf’a dayanılarak yapılmıştı.

Şimdi ise bunlara yeter deniliyordu. Işte bu olamazdı. Toprak Reformu olamazdı. Ve çünkü bu kominist işiydi. Her nedense biz de herşey böyledir. Ama gerçek yukarıda da belirt­tiğimiz gibi, toprak reformunun da savunucuları İngiliz liberal iktisatçılarıdır. Bu bağlamda, çıkarından olacağını anlayan bizim vekiller de bu reforma karşı çıktı.

Bu konuyu biraz daha açarsak

“...Cumhuriyeti kuran kadroların tarihsel olarak geri (askeri ve sivil) bürokrasi, ayan, eşraf, ağa, şeyh, komprodor, burjuvazi vb.) sosyal sınıflara dayamış olmasındandır. Eğer bir ideolojinin gücü temsil ettiği toplum sınıflarının (burada hakim sınıfların) gücünün ideolojik plana yansımasıysa, emperyalizm çağında bu sınıfların ilerici bir rol oynamaları imkansızdı. Cumhuriyeti kuran kadroların bu niteliği veri olduğunda, ideolojik boşluğun resmi ideoloji ile doldurulması bir “zorunluluk”tu. Böyle bir resmi ideolojiye dayanarak yapılacak şeyler de sınırlıydı...” 37


Zaten o yıllarda sosyal sınıf olarak onlardan başka ne vardı ki, ağa, şeyh, hoca yüzyıllardan beri bu halkı cahil bırakmadımı, biraz sivrilenlerde asker olma yolunu tutmaktaydı. Işçi yok denecek kadar azdı. Köylü sınıfı yüzyıllardan beri ağaların ve hocaların güdümünde birer kul anlayışıyla ırgat gibi çalışmadılar mı. E peki devrimi yapanlar niye köylü sınıfıyla örneğin dayanışma içinde olmadı. Onları örgütlemedi. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi devrimi yapanlar halktan yana değildiler. Ve çünkü eğitimlerini üst tabakadan (Saraydan) almışlardı. Bir paşanın dediği gibi “...biz sarayın ekmeğini yedik...” işte bu anlayış ancak bunu yapabilirdi. Gerçi halktan yana bile olsalar içinde bulundukları sistem halkın sessiz kalmasını sağlıyordu. 

Artık kurulan her parti halk adına kuruldu, ama yapılan işler halkın aleyhine işledi.

Biraz daha genelleştirirsek,  burada tekrar Marx’a bir göz atmalıyız: Marx’ın hayatını anlatan Ateşi Çalmak adlı kitapda şöyle yazar: “...İnsanlık tarihinin itici gücü emekçi insanlardır... Düzenin, politik kurumların özellikleri, insanların düşünce biçimleri, ideleri, teorileri, üretim biçimine bağlı olarak oluşmaktadır. Toplumsal değerler, toplumsal  bilinci belirler ...” **

Fakat bizde yapılan  Kemalist hareket, buna ister devrim deyin, ister devir deyin veya ileri bir hareket deyin bu politik olgu, üretim araçlarında kurulamadı, gerçekleşmedi. Yapılan sadece üst yapı hareketiydi. Yani sanat, hukuk, felsefe, din ama alt yapı yani üretim ilişkileri değişmedi. Osmanlıdan kalma üretim ilişkilerini değiştirmezseniz istediğiniz kadar dinden, felsefeden, sanattan konuşun hiç fark etmez çünkü önemli olan üretim ilişkisinin değişmesidir. O değişti mi otomatik olarak üst yapı da değişir.

Bakın bunu Marx, aynı kitap da nasıl anlatır.

“...İnsanların politik, hukuksal, sanatsal, felsefi, dinsel görüşleri, insanlar arasındaki egemen üretim ilişkilerine bağlıdır. Bu görüşler, üretim, ilişkilerinin değişmesiyle birlikte kökten değişir... Toplumsal ve politik sistem, ortaya çıkmasıyla birlikte, kendisini yaratan koşulları etkileyen bir güç haline gelir ...” **

Ve sonuç olarak büyük bir çöküntü. Eğer bir ülkede toprak reformu ve diğer üretim ilişkileri değiştirilemediyse, üretim ilişkileri hala ağaların elindeyse, 1950’de yaşanan çöküntü, çöküntü olmaktan çıkar. Doğal olarak toplumda, çaresizliği bir çare olarak algılar. Asıl bunu algılayamayan, sözde aydınalara ve ülkeyi yöneteceğim diyenlere bu sorular sorulmalıdır. Yukarı da belirtildiği gibi devrim veya devri yapanlar ileri harekatı tam olarak tamamlayamamış ve bundanda  zaten ağa eşraf partisi olan  CHP’nin içindeki hizip ayrılarak yeni bir parti (DP) kurulmuştur.  

Ve daha sonra olanları biliyoruz ki, bu yeni parti yapacağını yapmıştır:

Ve ne hazindir ki, bu üç sac ayağının üçünün de ayakları kırılmıştır. Onun içindir ki, devrim, karşı devrime dönüşmüştür. 1919 la başlayan içte ve dışta savaşımını veren Kuvay-i Milliye ruhu 46-50 arası sekteye uğramış ve devrim, bütün devrimler gibi gericileşmiştir. Eğer yukarı da sayılan üç saç ayağı yok edilmeseydi belki de devrim yarım kalmayacak ve hedefine ulaşacaktı. Çok partili sisteme geçişimiz ki, bu büyük bir iddiadır! bence erken olmuştur.

Toprak reformu ve Köy Enstitüleri uygulaması hedefini bulana dek, tek partili sistem sürmeliydi. Devrim Halkın devrimidir! Öyleyse komprodorların, tefecilerin, şeyhlerin, kısaca hakim sınıfların devrime uymaları sağlanmalıydı. Eğer sağlanmamışsa yarım kalan devrim bu anlayışla tamamlanmalıdır.

“...Çok geniş bir özgürlükler ve haklar savunucusu olarak ortaya çıkan Demokrat Parti yönetiminin ve hükümetlerinin 1950-60 arası uygulamaları, bu uygulamalarda Türk Devriminin gelişme yönünde; devrimin özüne ve doğrultusuna aykırı girişimleri, ekonomi de plansız, izlencesiz, savruk bir siyasa izlenmesi, dışa bağımlı bir anamalcı bir kalkınma yönetiminin benimsenmesi, bunların yarattığı huşnutsuzlukları ve karşıt düşüncelerin yasa değiştirerek, vs 38 ..” bunun sonucun da halka yapılan baskılar, D.P'nin sonunu hazırlamıştır.

1961 Anayasasıyla toplumda ve yasalarda değişiklik olmakla birlikte, artık olan olmuş ve var olan yasalar ne yazık ki kısa bir süre uygulana bilmiştir.
"...1961 Anayasası’nın ulusça kabul edilmesinden sonra çeşitli siyasal partiler ya tek başlarına ya da ortaklaşa hükümetler kurmuşlar, devleti yönetmişlerdir. Fakat Türkiye’de hala toprak dağılımında, gelir dağılımında, devlet olanaklarının bölgeler arası dağılım da, ödenen vergilerde devrimin ön gördüğü bir düzenlemeye gidil(e)memiş, ulusal sanayi tam anlamıyla kurulamamış, toprak reformu yapılamamış, dar gelirli yığınların nicelikleri oranında örgütleşmeleri, yönetime atılmaları, ulusal gelirden yararlanmaları sağlanamamıştır..." 39  Ama şuda var ki, 1961 Anayasası sayesinde Türk Halkı. Emeğin, özgürlüğün ve adaletin ne olduğunu, az da olsa tanıyabilme şansını elde etmiştir.

En önemlisi ise, sendikaların varlığını! ve sendika içinde kalarak mücadele etmeyi, dayanışmayı ilk olarak halk’a öğreten, böylece hakkını alabilmek için mücadele alınabileneceğinin, ilk adımını belirleyendir 1961 Anayasası.

Belki de 1961 Anayasası sayesinde bir çok insan BİREYLEŞME, YURTTAŞLAMA, sürecine geçecekti! hakkını alabilen, özgür bir birey, özgür bir yurttaş?. Ama hayır? Bunları biz öğrenmemeliydik. Bize birileri, bazı olguları kendi bildikleri gibi öğretmeliydi. Çünkü düzen değişirdi!. Sonra ne olurdu...

1971’de yüce? değerlerimizi korumuk adına, askeri muhtıra verildi.. Işte bu muhtıra so­nucunda, 1961 Anayasası törpülenmişti.. Yani yasalar çok bol bulunmuştu.. Çünkü halkımız! Henüz buna hazır değildi!. Hazır olursa eğer (üç-beş) kişi gelir, yasaları belirlerdi.. Çünkü  onlar en iyisini bilirdi. Halk henüz hazır değildi!. 

Bunu ise belki farkında değildik ama , dünya merkezlerindeki emperyalistlerle, bizi hep bir şeylerin adına yönetecek olanlar yapıyordu.
Sömürü ve baskının bir aracı olan bilim ve teknoloji, hem emperyalist Batı’ya Dünya’nın zenginliğine el koyma olanağı verdiği için Batılılaca itiraz edilmiyor, hem de az gelişmiş ülkelerdeki işbirlikçi oligarşiler ve onların çevresi sömürüden pay alabiliyorlar. Aldıkları bu pay karşılığında kendi halklarına zulmederek, baskı ve devlet terörünü sürekli gündemde tutatarak, eski sömürgeci yöneticilerin uyguladıkları baskıyı bile geride bırakıyorlar. Üstelik bunu “ulusallık” , “ulusal çıkar”, “ulusal güvenlik”, “birlik ve beraberlik” gibi kavramların gerisine gizlenerek yapıyorlar.
İşte bu bağlamda, dünya konjöktöründen kopuk olmayan Türkiye, Bilim ve teknolojiyi Batılılar tarafından aldığı için sömürülmektedir. (ama T.C bunun farkında olmayıp çağdaşlaştığını zannetmektedir.) Oysa kolaya kaçmayıp da, kendi bilimini kendi üretse sömürülme diye bir derdi olmayacak. Ve ufak bir zümre de (oligarşi) büyük bir çoğunluğu (halk) yönetme gibi bir ahlaksızlığa girişmeyecektir.
Ama süreç içinde Türkiye’de hiçbir şey olmaz, olamaz. Hele hele evrimleşerek, teorik ve pratikte asla!. Zaten 1980 askeri darbesi de, esas darbeyi vurmamış mıydı.. 12 Eylül 1980 darbesi aslında, uluslar arası pazar kavgasının ufak bir oyunudur ve bunu emperyalizm, ezilen devletlere hep yapar. Ülkemizi 1950 ve 71’de siyasi açıdan boyunduruğuna geçiren kapitalist saldırı, 1980 darbesiyle ekonomik olarak ele geçirmesini bilmiştir.
Emperyalist devletler, dış ülkelerde yetiştirdikleri ekonomistleri, Türkiye’ye yollayarak ülkemizi kapitalizmin vahşetine bırakmıştır. Ama önemli bir olguyu unutmuşlardır. Bu ülke de hala 23 devriminden kalma atılımlar her ne kadar törpülense de, yaşamaya devam ediyordur. Ve hala ulusçuluk, hakimiyetini sürdürmeye çalışıyordur. Bağımsızlık ruhu, hala ve hala vardır. İşte bu anlayışta onlara göre kırılmalıdır. Bizim yapmamız geren olgu oturmak değil, pratik de bunu göstermek olmalıdır .

Tabii 12 Eylül, bir de yanında, ekonomik yozlaşmayı getirmiştir. Kısaca vahşi kapitalizmi, yeni adıyla Küreselleşmeyi. Tabii küresselleşme, sermaye demek oluyor doğal olarak. Sermaye her şeyden önce paraya bağımlıdır. Para nereye giderse o da oraya gider. Ve para adına herşeyi yapar.

Bununla beraber gelen kapkaçı anlayış. Ülkemizde yozlaşmayı, kirlenmeyi getirmiştir. Ama sermaye’nin de yaşaya bilmesi için üretmesi gerekmektedir. Eğer üretmeden kazanç yolları arayan bir sermaye’ye izin verilmişse buna gerici bir sermaye denir. Böyle bir sermaye emekten  yana olamaz. Bu sermaye ancak kaçak işler yapar. Vergi kaçırmak vb gibi. Kısa süre sonra sizin ülkenizi de çirkefe sokar.

                                                                 BÖLÜM 8

                                                 -NELER YAPILMALIDIR-

“...O halka inanıyor, O'nun içindeki ölmez cevhere bel bağlıyordu.''.. diyor.  Gerçekçi Mustafa Kemal biliyordu ki, Ordular dağılabilir, silâhlar işe yaramaz olur. O, dağılmayacak ve yıkılmayacak bir kuvvete dayanmak istiyordu. Dağıldıkça büyüyen, kırıldıkça bilenen bir kuvvete arkasını vermek istiyordu. Bu kuvvet, kağnısı ile Anadolu yollarının uzun gecelerini bir sancı gibi inleten Türk kadınının çilekeş göğsünde çarpıyordu. Bu kuvvet, dağdaki çobanda, köydeki rençber de, bir köşeye çekilmiş emekli askerde ve memurdaydı. Bu kuvvet dağınıktı, yorgundu, açtı. Daha doğrusu görünürde yoktu. İşte Mustafa Kemal mantıkça yok olan bir kuvvete el atmış ve bunun köklülüğünü, dağılmaz ve yenilmezliğini anlayarak ve ona inanarak, rütbe ve nişanlarını Sarayın yüzüne fırlatarak ''Sine-i Millete bir Ferd-i' Millet olarak'' mücadeleyi başlatmış ve zafere erdirmiştir...”  40

Evet bu öyle bir olgudur ki, her yenilik bir süre sonra eskimek zorundadır. Bu tarihsel bir koşuldur. Ama böyledir diye de, hiçbir şeyi yenilememek demek olmaz. O zaman genç olamazsınız. İşte buna Diyalektik diyoruz. Hele bu yeniliği yapanlar bir de, sırtını halkına dayamışsa zaferden zafere koşarlar.

Şunu hatırlamamız gerekir ki, her yenilik daha önce de belirttiğimiz gibi bir süre sonra eskimek zorundadır. Çünkü eskiden yeniliği isteyen gençlik, hakkını almak amacıyla iktidara gelmiş yasaları değiştirmiş, amacına ulaşmıştır.

İşte bu aşamadan sonra muhafazakarlık başlar. Eğer kendisinden sonra gelen gençliği anlayamazsa ki, anlayamaz, eskiden kendilerine yenilikçi diyen “muhafazakarlara” iktidara alternatif olarak daha da “ilerici” ve “yenilikçi” ve bu yasaları beğenmeyip yepyeni öneriler getiren yepyeni dinamik bir gençlik çıkacaktır.

Amacımız "Tam bağımsız, demokratik, laik devlettir". Cumhuriyetimizi ancak ve ancak böyle kurtarabiliriz. Unutmayalım ki, ulusal bir devlet, bağımsız olmadan ulusal olamaz. İsterseniz ulusal bir devletin tanımına bir bakalım:

"...Soy, dil, din, ülke, ortak tarih gibi pek çok maddi-manevi etmenin bir ulusun ortaya çıkışında önemli olduğu kuşkusuzdur. Ne var ki bütün ‘etmenlerin' birlikte yaşama isteğinin varlığında düğümlendiğini savunun görüşlere katılmamak da zordur. Böylece ulus, büyük bir dayanışma ve yurtseverlik duygusu ile kaynaştırılmış etmenlerin oluşturduğu bir toplumsal varlık olarak algılanabilecektir... 41

Bunlar önemli olsa da, eğer ulus tanımını din, ırk, soy, gibi etmenlere bağlarsak, bu  ulusçuluk aşağıda değineceğimiz gibi zararlı da olabilir. Ama bizim ulusçuluğumuz bu tür ulusçuluk olmadı  diye de, hiç olmaz demek, saçma bir iyi niyet gösterisi olur.

...Ulus kavramı ve ulusal devlet kavramı, yabancı boyunduruğuna karşı bir direnme gücü verir olmaktadır. Öte yandan ulusçuluk akımı, daha demokratik bir düzene geçişin de itici gücüdür. Çünkü uluslar geleceklerini ancak kendi içlerinden seçtikleri meclis ve hükümetlere emanet edebilirdi...42   

Başlangıç her ne denli böyle olsa da, eğer ulus devlet anlayışı, yalnızlaştırılırsa yani egemenlik elden giderse: Ulus kavramı değişebilir....Ulusçuluk 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa'da saldırganlığın ve halkları birbirine kırdırtmanın bir aracı olarak kullanıldı. Emperyalist ülkeler, dünyanın geniş bölgelerini sömürgeleştirmelerini böyle saldırgan bir ulusçuluk anlayışına dayanarak haklı göstermeye çalıştılar. Sonunda ulusçuluk kimi dönemlerde, uluslar arasında bir hiyerarşi olduğunu ve kimi ırkların “saf” ve ötekilerden “üstün” olduğunu savunan ırkçı bir nitelik de kazanmıştır...43

“...‘Nasyonal (Ulusal) Sosyalizm,’ adı altında “Faşizm”,* kuruluşundan başlıyarak (iç ve dış), sanayici ve bankacılardan yardım gördü. O dönemde iş adamlarının kitleleri kandırabilecek, hem de tekelci sermaye çıkarlarını yansıtabilecek bir öndere gereksinmesi vardı; geleneksel partiler bu işlevi yeterince üstlenemiyordu...”  44

Dolayısıyla Alman iş adamları da Hitler’e desteklerini esirgemediler.

İşte Mustafa Kemal halkına sırtını dönmediği ve halkı ile birlikte Ulusal Bağımsızlık Savaşı verdiği için bunun sonucunda ise, emperyalistleri vatanından ulusça top yekün kovdukları için, sevilmekte ve sayılmaktadır. Çünkü Mustafa Kemal, ulus’ça Mustafa’dır. Kemal ’dir. Ama, Paşa değil. Anadolu topraklarına gitmek ne demektir. Ve bu günümüze kadar gel- miştir.
Her ne denli Mustafa Kemal’i çok çok yüceltip unuttursak’ta, Anadolu halkı ona yapılan iyiliği asla ve asla unutmaz.

1982 Anayasası’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında Atatürk Ulusçuluğuna bağlılığın, hem devletin ulusal niteliğini belirttiğini, hem de ulusallıktan" ne anlaşılması gerektiğini ortaya koyduğunu söylemek mümkündür.

Bir olgu daha vardır ki, her siyasal rejim, beraberinde de ekonomisini yanında getirir. Demin 1982 darbesi anayasasından bahsettiğimizde orada anayasamızın ulusçuluğundan bah- setmiştik. Ama ekonomik alanda yapılan vahşi kapitalizmden bahsetmedik. İşte tam da burada Özal’la başlayan güya serbest piyasa ekonomisi süreci bakın ülkemize neler getirdi.“ ...24 Ocak’la başlayan ve asıl işleyişini 12 Eylül’de bulan süreçle, burjuvazi, aleyhine döndüğünü algıladığı ‘sermaye–emek’ çelisini değiştirmeye girişti... Olağan olarak bu da kapitalist sistemin bir isteği idi. ...böylece de artık süreklileşen devalüasyonlarla birlikte, ihracata (dış pazara)  yönelik bir sermaye birikim modeli yürürlüğe konulacaktı...  45

İşte bu çıkar ilişkisinde doğal olarak galip gelen sermaye oldu. İktidarın desteği ile, var olan kamu mallarını kendi malı yapan özel sektör. Böylece emeği daha rahat sömürecek ve devlette bu gibi ağırlıkları başından atmış olacaktı. Böylece emek ucuzlayacak, sermaye diğer dış sermayelerle rekabetini çoğaltacaktı. Ama ne uğruna!.. Uşak olma uğruna!.. Artık böyle bir ülkede de ulusallcıktan bahsedilebilir miydi!. Tabii ki hayır. Hele hele sosyal bir devletten asla!. Çünkü özelleştirme adına, küreselleşme adına diyerek uluslar arası sermaye bizi de sömürmeye başlamıştır.

Ekonomik özgürlüğünü kaybetmiş bir ulus’da da, ulus'u ulus yapan değerlerden konuşmakta, yalnız ve yalnız sözde kalır. Çünkü ekonomik özgürlüğü olmayan bir ulusun, si­yasal özgürlükleri olamaz. 

Eğer bir ülke ilk olarak ekonomik olarak güçlenmek istiyorsa, bunun yolu teknoloji üretmekten geçer,  teknoloji üretildikten sonra doğal olarak sermayeside arkadan gelir. Yani o devlet ekonomik özgürlüğüne kavuşur. O olduktan sonra da, siyasal özgürlük kazanılmış olur.

Bakın bunu Marx nasıl anlatır.
 “...Dostlar, yeni bir teknolojik devrimle karşı karşıyayız. Teknolojik ilerleme gelecekte ekonomik bir devrime yol açacak; bu ekonomik devrim ise mutlaka politik bir devrimle sonuçlanacak...”46  tır.

Tabii tüm bunlarda bilime ağırlık vermekle olabilir. Eğer bir ülke de bilim yoksa, bilimsel üretim yoksa,  düşünceye pranga, her türlü düşünceye pranga vuruluyorsa, o ülke’de  bilim olmaz, olamaz. Bilimin olmadığı yerde de, teknoloji olamaz. Teknoloji’nin olmadığı yerde de, ekonomi olmaz. Onun için her türlü düşüncenin serbestçe seslendirilebileceği bir ortamın yaratılması gerekmektedir. Ve böyle bir siyasal erkinde bütün dirençlere rağmen yaşaması vaz geçilmez bir olgudur.
Kısaca özetelersek:
Eğitim (Bilim)
Emek
Teknoloji                                                     
Ekonomi
Siyaset    diye sıralayabiliriz
Tam bağımsızlık demek ise, bütün ülkelerle ilişkimizi kesmek demek, kendimizi diğer devletlerden soyutlamak demek değildir. Tam bağımsızlık demek, ekonomik özgürlüklerine sahip olmak demektir. Ekonomik özgürlükler olunca da siyasal özgürlüklerde beraberinde gelir.

Peki nasıl bağımsız bir devlet olunur? 
"...Ulusal bir devletin başka bir boyutu da dışarıya karşı devletin bağımsızlığını, içerde ise demokratik bir yönetimin varlığını gerekli kılmasıdır. Gerçekten de kendi ulusunun istencinden başka bir istence bağımlı olan bir devlet ulusal bir devlet olamayacağı gibi, ülke içinde de ulusun istencinden kaynaklanmayan bir iktidarın varlığı bu ilke ile çelişecektir..  47  Bağımsız olmanın temel yolu, M. Kemal ATATÜRK'ün de yapmış olduğu gibi, hem doğu hem de batı’daki komşularımızla 'Yurtta Barış, Dünyada Barış' anlayışından yola çıkarak çok iyi ilişkiler kurmakta yatar.

Bizlerin de çevremizdeki komşu devletlerle tekrar iyi geçinmemiz, iyi ilişkilerde bulunmamız gerekmektedir. Dış işleri de, her devlette olduğu gibi, ulusun çıkarına dayalı ilişkilerdir. Ülkemiz hem ekonomik, hem demokratik, hem ulusal, hem politik, hem de etnik grup (köken) bakımından, çevresinde bulunan komşularıyla iyi geçinmesi, iyi ilişkilerde bulunması, çıkarı açısından jeo-politik bir gerekliliktir. Eğer ekonomik olarak çevremizdeki ülkelerle, birden çok ulusal ülkeyle iyi ilişkide bulunup, alışverişimizi bu ülkelerle yaparsak, tek bir ülkenin güdümünden kurtuluruz. Kısaca bir çok ülke ile iş birliği yaparsanız, o ülkeler birbirleriyle rekabet eder ve sizin üzerinizde 'te kel' oluşturamazlar ama tek bir devletle iş birliği yaparsanız, ileride o devletin bir ‘eyaleti’ olursunuz.

"...Dış egemenlik devletin bir başka devlete bağımlı olmaması ve öteki devletlerle hukuken eşit konumda olması anlamına gelir..." 

                                                             BÖLÜM 9

Kısaca ulusal bir devletin yapması gereken olgu, ulusal devletlere karşı olan Yeni Dünya Düzeni'ne yani emperyalizme karşı gelmekte yatar. Eğer emperyalizmin zincirlerinden kurtulmak istiyorsak ilk önce kendi kültürümüzü koruyup güçlendirmemiz sonra ise ulusal bağımsız devletlerle kültürel iletişim de bulunmamız gerekmektedir. İşte o zaman batı kütürü- ne karşı bir alternatif yaratmış oluruz. Batı kültürü denildiğinde -emperyalist- sömürgeleri olan batı devletlerini anlamalıyız. Doğu kültürü denildiğinde de ancak ulusal ve bağımsız olan anti-emperyalist doğu devletlerini anlamalıyız. Bu devletlerde, ezilmişliğin ve sömürülmenin vermiş olduğu bağımsızlık duyguları doğal olarak vardır. Bağımsız bir devlette ulusal bir anlayış olamazsa zaten bağımsız olamaz. Batı kültürü, “tez” Doğu kültürü, “karşı-tez” olur ve bundan da “sentez ” oluşur.

23 Aydınlanma Devrimi teokrasiye karşı net bir tavır almıştır. Ve bunda da 1946'lara dek başarılı olmuştur. Ama “eşraf”a karşı net bir tavır alamadığı için devrim yarım kalmış, 46' lardan sonra da “eşraf” ağırlığını koymuş, Köy Enstitüsü gibi, Halk evleri gibi, Toprak reformu gibi büyük atılımları engellemiştir. Kısaca feodalite CHP gibi devrimci bir partide bile üstünlüğü sağladığı için bu atılımlar yapılamamıştır. Çünkü devrim eşrafa dayanıyordu. Ama bu tarihin akışında  zaten vardır, her devrim muhafazakarlığı kendi içinde doğal olarak getirir.

İşte şimdi yapılması gereken olgu, tüm ilerici, çağdaş, unsurların. İster buna güç birliği deyin, ister milli demokratik devrim deyin veya yarım kalmış bir devrimi tamamlamak için yapılanlar deyin ne derseniz deyin, bizim yapmamız gereken olgu bu unsurlarla ortak hareket edip, ilk önce "toprak reformuyla" feodaliteyi yıkmak, daha sonra da yeniden hortlatılmak istenen teokrasiyi "halk evleri benzeri, yani halkın içine girerek ve Köy Enstitüsü benzeri, yani üretimden gelen eğitim sistemi" ile bu güçleri ortadan kaldırmak olmalıdır. O olduktan sonra birliğin aşağıdaki şu üç ana sorunun çözümünü bulması gerekmektedir:

1-Düzeni,  emperyalist sistemlerin boyunduruğundan (Y.D.D) kurtarmak. Ve amaç sırtını halkına dayamış, demokratik bir halk rejimi olmalıdır.
2-Yoktan var edilmiş burjuvaziyi, ulusal, bağımsız bir burjuva haline sokmak ikinci amaç olmalıdır.
olmalıdır.
  3-Ve en önemlisi ulusal burjuvazinin, ulusal kültürü desteklemesi. Gerektiğinde iktidar kendi yetkisini de kullanarak ulusal burjuvanın, ulusal kültürü desteklemesinde yardımcı olması gerekmektedir. Ve bu  üç ana temel de kendi içinde bir çok ara bölüme ayrılmıştır.
       a-Gümrükler yukarı çekilmeli ve ulusal onur korunmalıdır. Ulusal onura saldıran kim olursa olsun cevabı aynen verilmelidir
       b-Bağımsızlığımızı tehlikeye sokacak her türlü etken derhal dışarı çıkartılmalı, kendi ulusunu düşünmek birinci ilke olmalıdır. (üs, yabancı asker, silah, uçak) gibi bağımsızlığımızı engelleyen olgular kapatılmalıdır.
       c-Sermayeyi devlet yönlendirmelidir.
d-Eğitim birliği derhal sağlanmalı, okula gidemeyen yurttaşları devlet okutmalıdır. Eğitimin kalitesi artırılmalı, eğitimin götürülemediği yer olmamalıdır. Eğitime karşı çıkan kurum ve kişilere gereken yaptırım yapılmalıdır.(şeyh,ağa vb. gibi)
e-Döviz yasaklanmalı, döviz büroları kaldırılmalıdır. Türk Lirası değerlendirilmelidir. Paranın Dünyaya açılımı yasaklanmalıdır (Konvertibilite). Gerekirse borçlar ödenmemelidir.
f- Eğitim, Sağlık gibi toplumsal kuruluşlar, belli bir noktaya dek parasız olmalıdır.
g-Toplumun mallarını başkalarına satmak hoş görülemez!.. Ne iç sömürücülere, ne de dış sömürücülere toplumun malını satmak, en büyük yaptırımla cezalandırılmalıdır.
h-Komşularımızla iyi geçinmek ulusal çıkar açısından vazgeçilemez bir olgudur. Komşularımızla iyi geçinmemiz ve Emperyalizme karşı (anti-empertyalist) tavır almamız gerekmektedir.
ı- En Önemlisi bunlara karşı tavır alabilecek bir siyasal anlayışın (kadronun) bir an önce iktidara taşınması gerekmektedir.

Kısaca:
Madde e’de yazdığımız gibi gerekirse borçlarımızı durdurmalıyız. 
Bunun bir çok sebebi var. Şimdi böyle söyleyince aklımıza Osmanlı’nın başına gelenler geliyor olabilir.
“...Artık Dünya’da para tahsili için Duyun-u Umumiye gibi çok özel idareler oluşturmak gerekmiyor. Borçları tahsil etmenin daha rafine yöntemleri söz konusu ve bu iş İMF ve DÜNYA BANKASI ve “uluslar arası kuruluşlar” aracılığıyla yapılıyor...”Ama şu da var ki borçlu devletler birleşip borçlarını ödemezse “Uluslar arası Bankalar” ve Dünya Bankası çok zor durumda kalablir. “...Brezilyalı İktisatçı, ‘Celso Mong’ Bir milyon borcum olsa işim bitik, ama 50 Milyar borcum olsa bankanın işi bitik’ derken, bağımlılığın bu boyutunu vurgulamak istemişti...
Belki kötü bir örnek olabilir ama, belirtmeden geçemeyeceğim Dünyanın en çok borcu olan ülkesi, (Amerika Birleşik Devletleridir.)
Borçlarımızı durdurmanın dört  sebebi var;
1-       Ekonomik Olarak;
“....Borç ödemeleri, azgelişmiş ülkeler için bir talan halini almış durumdır. Sadece 1985’te borç ödemeleri yabancı sermayenin kar transferleri ve sermaye kaçışı yoluyla yoksul ülkelerin uğradıkları kayıp 240 MİLYAR dolardı. Bu rakam, 1949-52 yıllarını kapsayan dört yılda MARŞHALL planıyla açılan kredilerin dört  katıdır...
Zenginler Kulübü, ticaret hadlerini azgelişmiş ülkeler aleyhine bozulmasına neden olarak ( ihraç ettikleri ürünleri sürekli pahalandırıp ithal ettiklerini ucuzlatarak); borç faiz oranlarını sürekli yükseltip değişken faiz uygulayarak, korumacı önlemleri artırarak, yoksul ülke yöneticilerini yozlaştırarak söz konusu ülkelerden sermaye kaçışına uygun bir zemin oluşturarak vb... borçlu ülkelerin boğazını iyice sıkıyorlar...

2-Ekolojik Olarak
;...Ekolojik bakımdan da borç ödemelerinin durdurulması gerekiyor. Zira dar anlamda Batı finans kuruluşlarının ve onun gerisindeki “azınlığın” çıkarlarını koruyup sürdürmeye hizmet eden borç ödemeleri, ekolojik dengeleri zorlayıp çevrenin tahribini hızlandırıyor ve gezegen üzerindeki tehdidi daha da derinleştiriyor. Eğer geçerli eğilimler tersine çevrilmezse, insanlığın geleceği küçük bir azınlığın çıkarı için feda edilmiş olacaktır...

3-İnsan Hakları Açısından;
 ...İnsan hakları açısından da borç ödemelerinin durdurulması gerekiyor. Zira mevcut durum, tüm yasal düzenlemelere öncelik taşıması gereken İnsan Hakları Evrensel Beyannamsinede aykırıdır. Zira dış borçlar yoluyla gerçekleştirilen yağma, köleleştirmenin yeni bir biçimi ha lini almış durumdadır. Söz konusu Beyannamenin dördüncü maddesi köleleştirmeyi açıkça yasaklamaktır...

4-       Yasal Bakımdan; 
     ...Yasal bakımdan da borç ödemelerin durdurulması gerekiyor. Şunu hemen ifade etmeliyiz ki, azgelişmiş ülke hükümetleri söz konusu ülkelerin halklarının çoğunluğunu temsil etmiyor. Bu ülkelerin çoğunda kanlı diktatörlükler iktidarda ve “kendi” halklarına karşı adı konmuş veya konmamış bir savaş açmış durumdadırlar. Bugün azgelişmiş ülkelerin insanları borçlarını ödeme pahasına canlarını veriyorlar ve insanca yaşam koşullarından daha da uzaklaşıyorlar...” 48   İşte emperyalizmin en iyi yaptığı beceriklilik (yaşama savaşı), belki de başka başka devletlerin yöneticilerini ilk önce kendisi gibi eğitip sonra da istediği ülkeye atama sanatıdır? İnsanlığı milletlere, milletleri dinlere, dinleri aşiretlere, aşiretleri vb.. gider. Ve böylece ülkeleri bölmeye çalışır, savaşlar çıkarır, ama unutmasın ki başka ülkelerin halkları da düşünmektedir.

“...Bugün Türkiye’nin yalnızlığı, "Türk" olmaktan değil, Türkiye'ye yön veren politikaların sınıfsal karakterinden kaynaklanıyor. Aslında Türkiye'nin bir yalnızlık duygusuna kapılması.. için günümüz dünyasında objektif bir temel yoktur. Tersine, Türkiye dünyanın büyük bir çoğunluğu ile birleşebilecek çıkarlara sahiptir. Ancak Türkiye ile potansiyel dostları ile arasına giren engeller vardır. Hegemonyacılığa, emperyalizme, sömürgeciliğe, ırkçılığa karşı kararlı ve tutarlı bir tavır bu engelleri ortadan kaldırmanın dış politikadaki anahtarını verir...”  49
Bakın bunu Musafa Kemal Atatürk  nasıl anlatır.
Arkadaşlar;  “..Hükümet merkezi düşmanların şiddetli çemberi içinde İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak... kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı, yapamazlar da. ... İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya ulusun kendisine kalıyordu ... İşte buna Kuvayy-ı Milliye diyoruz.”...50
                                                
“...SANKİ MUSTAFA KEMAL BUGÜNLERİ ANLATMAKTADIR...”

BÖLÜM 10
Amaç; Tam bağımsız, anti-emperyalist bir ülke yaratmaktır.. yapılan Kemalist devrim tekrar karşı devrime geçmiştir. Ülkemiz, hala yarı feodal, yarı teokrat, kapitalist bir sürecin için de bulunmaktadır. Teokrasi ve feodalizm bitmeden, uluslaşma süreci başlayamaz! Bugün evrensel burjuva ile birleşmek isteyenler, İkinci cumhuriyeti isteyenlerdir. Feodal ve dinsel sermayeler, emperyalizmle işbirliği yapmaktadır.

Teokrasi yıkılmadan, feodalite, çökertilemez. Çünkü feodalite, teokrasiyi zaten için de barındırmaktadır. Yani ağalar şeyhleri beslemektedir ki halk cahil kalsın. Yani belki acı ama tekrar başa dönmüş durumdayız. Sistemin bir başka özelliği de kendine bağladığı devletleri yalnızlaştırma politikasıdır. Sistem eğer ulusal devletleri yalnızlaştırırsa daha kolay idare edebilecektir, hemen ardında ise yalnızlaştırdığı devletlere, düşman bulma gibi bir özelliği olmasıdır. Düşman bulmalıdır ki, o devlet başını kaldırıp uyanamasın! Uyanamasın ki; sömürge devletçikleri olsun.

1919’da varolan devrime karşı, 1950’de yapılan karşı devrim ve 1980 darbesinin, gericilere vermiş olduğu ödünler yüzünden, ülkemiz hala ulusallaşamamıştır. En ilginci devrimden sonra başa gelenler ülkemizi ulusallaştırma sürecine sokmadan, insanımızı emperyalist sistemin kucağına atmıştır.

Sonuç olarak: Uluslaşma bilincine erişmemiş insanlar, birden bire sermaye ile (kapital ) karşılaşma gibi bir sonuçla karşılaşınca ve paranın da devleti olmayınca ortaya böyle bir ülke çıktı. Bir türlü ulus olamayan insanlar.  Bugün ülkemiz, emperyalist güçlerin böl-parçala-yönet-geri çekil politikaları ile, iç ve dış güçlerin uyguladığı politikalar yüzünden yıllardan beri devletimiz tembelleştirilerek, üretim azaltılmış, tüketim özendirilmiş, sanki ülke borç almaya zorla itilmiştir. Kısaca içteki siyasal gücün ekonomik çıkarı ile, dıştaki ekonomik gücün siyasal çıkarı kesiştiği için cumhuriyetimiz zor durumdadır. Somut çözüm önerisi, Demokratik Kitle Örgütleri’nin, ulusal ve bağımsız siyasal parti ve sendikalarla, ortak hareket etmesidir.

Hatta ve hatta: Nasıl ki, emperyalist devletler kendi çıkarları için ortak hareket ediyorsa. Ulusal devletlerde kendi ulusal çıkarları için ortak hareket etmelidir. Bunlar da ortak paydalar da çok kolay anlaşılabilir. Yoksa emperyalist devletler, Yugoslavya gibi, Irak gibi, istediği yeri istediği zaman işgal etme cüretini gösteriyorlar ve her an bizim memleketimizde dahil olmak üzere her an işgal edilebilir.

Diyalektiğin babası bakın bunu nasıl açıklar.  “...Doğada olduğu gibi, toplumlarda da yeni yeni doğan her şey diyalektik olarak değişime uğrar, sağlamlaşır güçlenir gelişir, daha sonra da yerini güçlenmiş sürgünlere bırakarak, aşama aşama solar ve yok olur; yeni bir dü- zenin çekirdeğini besler...” “...Her yeni toplumsal-ekonomik düzen, serpilip olgunlaştıktan sonra ölmeye ve yerini daha da mükemmeleşmiş bir düzene bırakmaya mahkumdur. İlkel toplum düzeninin yerini köleci toplum düzeni, feodalizmin yerini kapitalizm almıştır ve tüm bunlar üretim biçimindeki değişiklik ve gelişmeyle bağlantılıdır...”51

Evet ilericiliğin solculuk, gericiliğin sağcılık olduğunu biliyorsak, “ülkemizi kurtarma bilinci” yine ve kaçınılmaz olarak ilericilere düşmektedir. Bu bağlamda diyalektik  bilimden, akıldan, değişimden yana olan herkesle güç birliği vazgeçilmez bir olgudur. İyi de nasıl bir güç birliği?..

Bu soruyu sormadan önce?.. ilk önce sol ve sağ, ileri ve geri tanımlarına bir bakalım. Eğer değişimden yana değilseniz, toplumsal konularda muhafazakarlık yapıyorsanız ve emperyalist güçlerle işbirliği içinde oluyorsanız, gerici olursunuz.

Bunun tam tersi ise ilericilik ile tanımlanır. Yani araştırmalar yaparak, toplumu, kendinizi, çevrenizi bu doğrultuda motive ediyorsanız ve en önemlisi emekten yana iseniz  tüm bu teknolojik ve bilimsel emeksel beyinsel yatırımları görüyor algılıyor ve geleceğe yatırım yapıyorsanız yani değişime ayak uydurabiliyorsanız   bu da bir tür ilericiliktir. Solculuktur.

         Bunu cevaplamadan önce, Siyaset Bilimcilerin çizdiği tabloyu kabaca biz de çizelim;
                      SERMAYEDEN YANA                                    EMEKTEN YANA

               Sağ                                                                                                               Sol

                                                                                                      TOPLUM                                                                                               TOPLULUK        
Sağda kimler var:                                                                                  solda kimler var
1-) Topluluk52: Birincil ilişkilerin egemen olduğu...-birbirlerine duygusal bağlarla bağlı güçlü toplumsal ilişkilerin yüz yüze olması-...ekinin geleneksel ve türdeş olduğu kapalı yerel kümeler. (örn: tekkeler, aşiretler, tarikatlar, küçük köy grupları.
a-      Dinsel ve Feodal kesim: Ağalar, Şıhlar,
b-  Milliyetçiliğin ırka dayalı olduğunu söyleyen kesim (şövenist)

2-) Ve bu kesimleri (kullanan) -ilişkisi olan- sözde demokrat veya merkez sağ, yine merkeze kayan liberal ve emperyalist kesim: Bunların çıkarları kapitale dayalı olduğundan parayı kim verirse ona hizmet ederler. 'kompradorlar' kısacası çıkarları sömürüden yana olan muhafazakar-milliyetçiler.
Solda ise:

1-) Toplum: 53 Belirli bir üretim biçimiyle belirlenen örgütlü insan topluluğu...-temel çıkarlarını gerçekleştirmek için iş birliği yapan ve ortak ekini olan toplum-...büyük insan kümesi. (örn: sendika, parti, şehir grupları
a-      Bilimsel, akılcı ve aydınlanmadan yana olan kesim.  Bu kesim doğal olarak ilericidir.
b-      Sosyal demokratlar: Sosyal hakların tüm halka eşit bir biçimde dağıtmak isteyen kesim.
c-  Sosyalistler: Ana ilke olarak değişmeyen tek olgunun değişim olduğuna inanan kesim. (Diyalektik Materyalist) 54

2-) Bu üç kesiminde ortak çıkarı, bilimsel, akılcı,  ilerici ve bağımsızlıktan yana olmalarıdır.
Şemada da gördüğümüz gibi ülkemizi ayakta tutan 'üç' tane güç var. Bunlar Toplum olabilenlerdir. İyi de bunlar nasıl bir araya gelip güç birliğinde bulunabilirler. Bu güç birliği ancak ve ancak bazı koşulların olabilirliğine bağlı.

Örneğin: Sosyal demokrat partilerin iktidara gelebilmeleri için, sosyalist partilerin güçlü olması gerekmektedir. Sosyalist (anti-emperyalist) partilerin güçlü olabilmesi için de bu topraklardan fışkıran devrimi tanıması, benimsemesi vazgeçilmez bir olgudur. Kemalist devrimin de halktan kopartılmaması gerekmektedir. İşte bu olduğu an 'sosyal devlet' gerçekleşir. Emperyalizme karşı güç birlik ancak ve an­cak bu  üç olgunun anlaşmasıyla ve sağ duyusuyla bu vatanda yaşayan insanların ortak gönül birliği vermesiyle olabilir. Bu gönül birliği nasıl 20’lerde yapıldıysa her kesimi içine kapsayarak yeniden ve tekrar mağrur bir biçimde yapılmalıldır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin ne bir korkocak ne de başkalarına verilecek tek bir hesabı vardır. Bu vatanda yaşayan her kesin demokratik bir biçimde yaşamayı çoktan hak etmiştir.

Sağcılar Kemalizmi duygusal bir biçimde kısaca Atatürk ülkemizi düşmandan kurtardığı için, asker yanı ile tanıma yolunu seçmişlerdir. Solcular ise Kemalizmin hem emperyalizme karşı yanını, hem de siyasal yanını incelerler. İncelerler çünkü bilim-dışı değil bilimsel düşünürler. (Bilimsel Materyalist) Çoğunlukla Atilla İLHAN'ın yaptığı gibi Kemalizm’e Diyalektik Materyalist bir gözle bakarlar.

İşte somut çözüm de ülkemizde aydın dediğimiz ve halkımızı aydınlatan kitle ile  halkımızın kaynaşmasıdır. Kısacasa aydınlarımızın olaya materyalist bir biçimde bakması ve aynı biçimde halktan kopmaması ve bunu da halka anlatması gerekmektedir. Cumhuriyetimiz ancak ve ancak, ulusal, bağımsız, demokratik bir çizgiye böyle çekilebilir. Bu da bilimden yana aydınlıkçı, çağdaş insanların güç birliği yapmasını beraberinde getirirse gerçekleşir. Bu güç birliği, 'yönetene' sivil toplum örgütleriyle, baskı uygularsa olur. O olduktan sonra birliğin aşağıdaki şu üç temel sorunun çözümünü bulması gerekmektedir:
Ulusal burjuva ve ulusal kültür, beraberinde bağımsız ulusal bir devleti getirir. Ulusal kültürü ve ulusal burjuvayı oluşturabilmek için de, emperyalizme karşı olmak ve emperyalizme karşı olan kesimlerle işbirliği şarttır.
Denebilir ki; devrim ulusal burjuvayı yarattı, şimdi de ulusal burjuvazi evrensel burjuva ile işbirliği yapıyor. Hayır! Çünkü uluslaşma süreci devam etmemektedir. Yani (devrimci burjuva). Devrim yarım kalmıştır. Teokrasi ve feodalizm bitmeden uluslaşma süreci başlayamaz. Bugün evrensel (emperyalist) burjuva ile birleşmek isteyenler, (gerici burjuva-sömürge burjuva) ikinci Cumhuriyeti isteyenlerdir. Feodal sermaye ile dinsel sermaye emperyalizmle işbirliği yapmaktadırlar. Hatta ve hatta kendilerine milliyetçiyim diyenler emperyalizme uşaklık etmektedirler.
Cumhuriyet, ne feodalizmin kalıntılarıyla, ne dinsel teokrasinin kalıntılarıyla, ne de kendilerine milliyetçiyim diyen ve sonra da milliyetçiliği ümmetçilikle bağdaştırabilenlerle ( Türk-İslam sentezi kalıntılarıyla) kurtulabilir. Cumhuriyet; demokrasiyi, özgürlüğü, kendi halkı için isteyenlerle, ulusal-bağımsız bir devlet için çalışanlarla kurtulabilir. Emperyalizm' e karşı olanlarla güç birliği yaparak olabilir.
Aslında Anayasamızın 2. maddesi Cumhuriyetimizin nasıl kurtulacağını belirtmektedir. II. madde ne diyor "...Türkiye Cumhuriyeti demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletidir... 55

İşte bunu uyguladığımız zaman Cumhuriyetimizi yaşatma sorumluluğumuzu da uygulamış oluruz. Bu Anayasa maddesini özetlersek, 'ulusal' devletin görevi halkına daha 'demokratik', 'sosyal' adaleti eşit bir biçimde yayan 'laik', yani bütün dinleri yasa önünde eşit gören, hiçbir dini başka bir dinin üzerinde görmeyen ve bunu yaparken de 'yasa' kurallarını işleten bir Devlet. İşte Anayasamızın 2. maddesinin özeti. Ama uygulanıyor mu?...

Artık anlamamız gereken bazı şeyler daha var ki, bu da, halkın ekonomik sıkıntılarını gidermek ve halkın demokratik istemlerini çözümleyerek halkı daha çok rahata kavuşturmak olmalıdır. Cumhuriyetin, Cumhuriyet olabilmesi için yani ulusun egemenliğini alabilmesi için, için de bulunan aykırılıkları, çelişkileri gidermek gerekmektedir. Bu çelişkiler "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" felsefesiyle giderilemez. Tam tersine daha fazla artar. Yabancılara dizginleri vermek sakıncalıdır ama özgürlük alanlarını halkımıza bizlerin vermesi çok daha doğru ve gerçekçi bir olgudur.

Ama burada bizi ilgilendiren olgu halkımızın özgürlüğünden çok ne durumda olmasıdır. İşte bunu çözümlediğimiz an özgürlük sorunuda, demokrasi sorunuda beraberinde gelecektir..

Ülkemiz ancak ufak bir bölümü toplum olabildiyse, yani bireyselleşebildiyse, diğer bir bölümü ise hala topluluk ilişkisi varsa, yani o insanlar, Tanrı adına şeyh, Devlet adına, ağa' nın güdümündeyseler, hala kulluktan kurtulamadıysalar, o bölgede var olan ağalık düzeni değişmedikçe ülkedeki çelişkiler giderilemez. Bunun değişebilmesi için de uzun süreden beri yapılamayan 'toprak reformunu' yapıp, orada bulunan halk’a var olan toprakları eşit bir biçimde dağıtırsanız, toprağını ekip biçen o yöre halkı toprağına daha sıkı sarılır.
Buna birkaç örnek veririsek:

Bu bağlamda, köyden şehir’e gelmiş insanların veya feodal düzenden aklın egemen olduğu düzene gelmiş insanların, ne durumda olduklarını anlamak çok zor değildir. Eskiden kendi topluluk kurallarına göre yaşamaya alışmış insanların, birdenbire bazı kurum ve o kurum içindeki kurallara ayak uydurması, hem zor, hem de var olan çarkları aksatması bakımından sakıncalıdır. Ayrıca kurumlara ayak uydursa bile, bu uyum ters yönde olacaktır

Yani görsel olarak kurumlar var olacak, ama içerik bakımından duygusal bağların güçlü olduğu insanları o kurumun başına seçebilecektir. O kişi beceriksiz olsa bile, çünkü kendi çıkarı onu ön görmektedir.

Aynı konuya başka bir yaklaşımla bakarsak, bundan sonra o kurum kendi çıkarını korumayacak ve düşünülerek kurulsa bile, daha sonra yozlaştığından düşünmeden duygusal bir biçimde davranmayı olağan karşılayabilecektir.

Eğer bu kurum bir sendika ise, grev yapması gereken hallerde grev kararı almayacak, ufak bir takım ödüllendirmelerle üyelerini mağdur duruma düşürebilecektir. Ama zor duruma düşen üyeler de, başkanlarını duygusal bir takım bağlarla seçtikleri için onlar da mantıklı davranamayacak ve herhalde başkanımın bir bildiği vardır diyebilecektir. Böylece kendisi devamlı ezilecek, ezildikçe sinecek, sindikçe daha çok korkacak ve duygusal bağlara daha çok sarılacaktır. Belki onun seçtiği başkan lüks evlerde oturacaktır. O aferin adama diyecektir ve böylece kapitalizmin kurallarından biri olan, ezen-ezilen ilişkisi başlayacaktır.

Eğer bu konuya üçüncü bir gözle bakacak olursak, tam anlamıyla sanayileşmemiş ülkemizde, feodal ağaların ve kırsal kesimin kendi içindeki duygusal, resmi olmayan bir ilişki, yani topluluk ilişkisi olduğu bir gerçektir;

Demokrasiye geçtiğimiz çok partili dönemden bu yana, kırsal kesimin topluluk anlayışı ve feodal yapının, ülkemizin bir bölümün de hala var oluşu, düşünülerek  kurulan ve çıkar ilişkilerine dayanan meclisimizi de, bir bakıma yozlaştırmıştır. Eğer meclis, o ülkenin aynası ise ülkemizde var olan gerçeklerden yola çıkarak o meclise ağaların seçip gönderdiği kişilerle, topluluk kurallarına alışmış, yani duygusal bağlarla bağlı olduğu liderini yine duygularını sömürterek meclise göndereceğinden, çıkar ilişkileriyle kurulmuş olan bir kurum olan meclis artık halkın çıkarını değil duyguların beslenmesini sağlayacaktır. Çünkü yönetenler, yönetilenlerin öyle istediğini söylemektedirler. Aslında yönetenler hak talep etmeyen, hakkını istemeyen, kısaca ne verilirse kabul eden, boyun büken, kullaştırılmış bir halkın varlığını istemektedirler! Aslında bu yaptıkları işin totaliter bir rejime yol açtıklarının farkında bile değillerdir.

Demokrasinin katılım olduğunu, bunun için halkın bilinçlenmesi gerektiğini, bilinçlenen insanın, ancak hakkını arayabileceğini, talep edebileceğini, bunun ise yönetenler için zor olsa bile, ülkemizde Cumhuriyetin ve Demokrasinin ancak böyle yerleşebileceğinin farkına varmalıdırlar.

Esasen bunun olabilmesi için, yönetenlerin ülkenin konumlanan gücüne değil, emek gücüne güvenmeli, halkını küçümsememeli, eğitime ve sağlığa ağırlık vermeli ve böylece uzun vade de ülkesini sömürülen bir durumdan kurtarmalıdır.

Artık Türkiye, iki de bir içinde bulunduğu jeo-politik konumuna güvenerek, çıkar peşin de koşmasın. borç vs gibi. Türkiye’nin yapacağı ne varsa kendi emek ve beyin gücüne dayanarak, potansiyellerini artırarak ve üretimini fazlalaştırarak yapması, uzun vade de ayaklarını yere daha sağlam basmasını sağlayacaktır.
Ne yazık ki, Türkiye eskisi gibi devam ederse, yalnız kalmaya mahkum olur. Günümüzde demokrasi ve özgürlük böyle sağlanmıyor. Belki ülkemiz böyle yaparsa kısa dönemli olarak istikrarı sağlayabilir ama bunun sonucunda, hem askerinin canını, hem de kanını, devamlı akıtmış olur. Ve bu ülke’ye de uzun vade de asla ve asla barış gelmez, istikrar gelmez.

Ama Türkiye Cumhuriyeti halkının gönencini düşünmüyor da, üç beş zenginin cebini doldurmak istiyorsa başka...

                                                         BÖLÜM 11

O zaman;  “..Türkiye her şeyden önce, stratejik öneminin devamı için, yani jeo-politiğinin değeri ve yardımların sürmesi için çatışma ve gerginliğe ihtiyaç duymaktadır. İkinci olarak, Türkiye yardım karşılığı olarak askeri hizmetler sunduğu için militarist bir kısır döngüye mahkum olmaktadır.. Üçüncü olarak belirtmek gerekir ki, Türkiye egemenleri açısından iç ve dış tehditlerin artması çok karlı olmaktadır. Tehdit kaynağı, durumudaki düşmanlar, yardımı verenleri, yani jeo-politiği satın alanları ne ölçüde korkutabilirse, kuşkusuz Türkiye’nin payına düşen karşılık, para ve malzeme de o denli çok olmaktadır...”  56

Bunun içindir ki; bundan hoşnut olmayan eğitilmiş kesim! ve ağaların baskısından büyük kent- lere göç eden yoksul kesim tepki göstermektedir. Kısaca burada 'çıkar ilişkileriyle duygusal bağlar çatışmaktadır'. Ve ülkemiz sanayileştikçe çıkar ilişkileri daha ön plana geçecektir. İşte o zaman mecliste bulununlar ya reform yapacaktır, ya da ülkemiz   istikrarsızlaşacaktır.

Özetlersek; Toprak  reformu, Köy Enstitüleri, Halk Evleri gibi ileri atılımları kapatan. Geri bırakılmış, köhne, ağalık sistemine batmış bir devletin halkı da, doğal olarak eğitimsiz bırakılacaktır.

Çünkü, ağaya, bilen, bildiğini söyleyen adam lazım değildir. Ona sormayan, sorgulamayan, insanlar lazımdır. Böyle bir ülke de doğal olarak hastalar hastanelerde rehin olarak bırakılır. Sağlık sistemi yozlaştırılır. 

Halkın kurmuş olduğu yaptırımı olan kurum, halkla arasında yaptığı toplumsal sözleşmeyi gasp edecek, ama halk sözleşmeyi bir türlü iptal etmeyecektir. Devlet sormayan soruşturmayan bir halkın, devleti olmaktan sıkılacak Dünya Tröstlerinin git gel işlerini yapacaktır.

Dünya Tröstleri, Böyle bir devlette kendi çıkarını koruyacak bir aydın tipini de oluşturacaktır. Bu da bize ülkemizin kültürel, siyasal, ekonomik bir kuşatmanın içinde bulunduğunu açıkça göstermekte değil midir.

M. Kemal bakın bu konuda, ülkeleri yönetenler için ne diyor; “..
Saygıdeğer efendiler, pek güzel bilirsiniz ki; Padişahlarla, halifelerle.. yönetilen ülkelerde, yurt için, ulus için, en büyük tehlike, bunların düşmanlarca “emperyalistlerce” satın alınmaları dır... Meclislerle yönetilen ülkelerde ise, en yıkıcı durum, kimi milletvekillerinin, yabancılar “emperyalistler” adına satın alınmış olmalarıdır...”  

Yine evrensel bir gözle bakarsak;   “...
Kapitalist üretim tarzı küçük bir azınlığı zenginleştirip dünya nüfusunun giderek artan bir bölümünü yoksullaşttırmakla da kalmıyor. İnsanlığın geleceğini de tehlike ye atmış durumdadır. Dolayısıyla, sermaye uygarlığı sadece savaş, açlık, yoksulluk, sefalet, azınlık kültürlerinin tahribi, aşağılanma, manevi yozlaşma vb. üretmek kalmıyor, giderek gezegeni de üzerinde yaşanmaz hale getiriyor ..sermaye uygarlığının bunca öğünülen “başarısı” biyosferin milyonlarca, hatta milyarlarca yılda biriktirdiği ‘ekolojik sermayenin’ aşırı israfıyla mümkün olmuştur...
Ve bu israf şu an da, doğa dengelerini alt üst etmektedir.
...Bu yüzden, kapitalizme ve emperyalizme karşı verilecek mücadele, sadece insanlık onurunu kurtarmanın değil insanlığın geleceğini güvence altına almanında yegane yoludur... ” 57

“...
TARİHİN BİZE ÖĞRETTİĞİNE GÖRE TAHTLARI SALLAMAYA ÇALIŞAN HERKESİ DAR AĞACI YA DA ZİNCİR BEKLİYOR...” 58

Belki bizler tahtlar sallamayacağız. Ve bizi zincirler beklemeyecek ama mücadele vermek, mücadeleler vermek, dünya denen bu yer yuvarlağının üzerinde yaşayan her yurttaşın görevidir.
                                                            *****

                                                       BÖLÜM 12

                                                         SONUÇ

Gelelim yazı dizimizin sonuna. Burada evrenselden ulusala yani bütünden teke gitmeye çalıştım.

Sosyolojide böyle deniyor. Bütünden teke doğru gitmek. …

Şimdi ilk olarak küresel sermayenin faşizmle nasıl ilişkili olduğu.. ve buna karşı çıkanları, bireysel insanın ulusal devlet adına, yurt adına yok edildiğini yazmaya çalıştım.

Çünkü yine belirttiğim gibi sermaye ulus devlet veya nasıl devletler olmadan, artı silahlı güç (bu polis de olabilir yanlış anlaşılmasın) olmadan, kendini koruyamaz.

Daha sonra ise ulusuna bağlı hükümet ile bağlı olmayan hükümetlerin ayrımını örnekleyerek ve hangi hükümetlerin daha çok halk tarafından sevileceğini alıntılarla betimlemeye çalıştım.

Doğal olarak faşizm ya da kapitalizm ikincisini tercih edecektir. Hatta kendisi kendi liderini atayacaktır.

Emperyalizm, ülkelere demokrasi getireceğim diye gelse de, bir kez demokrasi adına bir ülkeye girmeye görsün emperyal devlet kendi yetiştirdiği liderini hemen o üşüştüğü ülkenini başına getirir.

Ve ayrıca kendi ekonomi ve siyasetini, o ülkelerde kendileri uygularlar.

Halk sadece demokrasi adına boyunduruk altına girer, yani kendilerini paraya satarlar.

Bir başka bölümde ise giderek bütünden teke doğru gidiyoruz ya…

Emperyal devletler şunu çok iyi bilir birileri nasıl ezen ezilen vardır diyorsa. Emperyal devletlerde ezen ezilen ilişkisini çok iyi bilir ve görür..

Çünkü onlar ezendir ve yaşamak için ezmek zorundadırlar.

Devletin tanımını yukarıda da (alıntı) belirtmiştim.

Aynısını emperyal devletlerde yapar. Kendisi burjuvadan taraf olmamak için diğer kesime de şirin gözükür, örneğin Afrikaya yardım eder gözükür. Ama aslında acımasız bir deccaldir. (görev adlı filmi izleyin) işte bu tanıma bakarak faşizm taraflı ve savuırgandır. Yok etmek için yaratılmıştır.

Ve öbür adı da emperyalizmdir.

Bu tanımı devlet kurumu ve hükümet ve anayasa koruyabiliyor ya para adına ne neyi koruyor!?.. unutmayalım ki anayasa da bir devlet “kurumudur”!...
                                                              ***
“…Devletin göreli özerkliğinin ikinci amacı, meşrulaştırma görevinin kolaylaştırılmasıdır. Eğer devlet doğrudan egemen sınıfın bir kurulu gibi davranıp mali ve hukuksal konularda açıkça onun tarafını tutsaydı, diğer grup ve sınıfların desteğini sağlamak için etkin olmayan ve savurgan baskı yöntemine başvurmaktan başka çare kalmazdı. Dolayısıyla devletin zaman zaman ayrıcalıklı sınıfın o günkü çıkarlarının aleyhine olmakla birlikte, ayrıcalıksız sınıfların yararına olan refomlar yaparak toplumdaki belirli bir çıkar grubuna karşı tarafsızlık ve ondan bağımsızlık havası yayabilmesi gerekir. Bu yolla devlet, servet ve küstahlığın müfrezelerine karşı mağdur durumda olanların savunucusu gibi görünebilir. Bu sava göre, eğer burjuvazi kendi halinde bırakılırsa bir sınıf olarak varlığının sürmesi açısından o kadar önemli olan bu tür reformlara ödünlere karşı çıkma eğilimi gösterir. Devletin göreli özerkliği, burjuvaziyi bizzat kendisinden koruyan bu değişikliklerin gerçekleştirilmesini güvence altına alır…”[i]




[i] Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi,  yzr. Tom  Bottomore, Robert  Nisbet, Hazırlayanlar. Mete Tunçay, Aydın Uğur. Syf . 613, 614
                                                                     
DUYDUM  BENİ  SUÇLUYORLARMIŞ

Duydum, beni yerleşmiş inançları yıkmaya çalışmakla suçluyorlarmış,
Ama gerçekte ben ne yerleşmiş inançlardan yanayım, ne de
onlara karşı,    (Onlarla ortak ne’m olabilir? ya da onların yıkılışıyla)
 Ben Mannahatta’da, bu Devletler’in bütün kentlerinde, içerlerde, kıyılarda,
           tarlalarda, orman­larda, suları yarıp ilerleyen büyük küçük bütün
                                                        teknelerde        
sırtımızı koca koca yapılara,
 kurallara, güvenilen kişilere düşüncelere
                      dayamadan,
Arkadaşlığı öveceğim, bütün yüreklere arkadaş sevgisini sokacağım
                                                       onu yerleşmiş bir inanç haline getireceğim.  59         
                                                                                                        Walt Whitman









GÖKTUĞ ÜRKMEZ

1 Anarşizmin Tarihi, syf 48
2 Ateşi Çalmak,  syf: 100, Cilt 4 (Yaşamın Doruğu),  Galina Serebryakova
3 Anarşizmin Tarihi, syf 240,
4 Anarşizmin Tarihi, syf  460
5 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet. Syf; 612
6 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet. Syf; 614
7 Devlet ve devrim, Lenin.V.İ
8 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet. Syf; 638
9 Tek Boyutlu İnsan, Herbert Marcuse, Syf; 182
10 Anarşizmin Tarihi, syf 239
11 A.Ö.F, A.Ü . 1997. FELSEFEYE GİRİŞ,  
12  G. Dimov , Savaşa ve Faşizme karşı Birleşik Cephe syf:59-60
13  Faşizm Yazıları, Yazar Umberto Eco,
14 835. Satır şiirler I, Yazar;Nazım Hikmet Ran, syf;167,168,169,170,171,172,173
15 Dünyayı değiştiren on yıl, Server Tanilli, (1789-1799) , 4.basım, Cem Yayınevi ,s 43
16 Bu Sınıfın”  sözcükleri 1888 İngilizce baskısıyla eklenmiştir- Ed.
17 Kominist Manifesto ve Kominzm İlkeleri – Karl Marx , F Engels. Çeviren Muzaffer Erdost. V. Baskı Ankara- 2002. 1.bölüm: Burjuvalar ve Proleterler ,syf: 118,119 , yol yayınları.
 Öz yönetim: Toplumun kendisinden bağımsız verileri dönüştürme, yani doğalı toplumsallaştırma, zamanı tarihsel- leştirme, gücünü öngörür. Bu ise toplumun bir yandan doğadan. Bir yandan da kendi içinden farklılaşması demektir. Bu farklılaşma, toplumların kendi içlerinde ve aralarında hem bütünleşmişliklerini ya da bütünleşme olanaklarını, hem de e- şitsizliklerin ya da bunun olasılığını gösterir. Kadir Cangızbay. Siyaset Ötesi Toplum. V.Yayınları. syf:131. 1. Basım .
* Lejyoner is. (fr.legionnaire:lat. legionarius), I- Roma ordusunda asker. II-yabancı lejyonunda asker. III Legion d honneur nişanı almış kişi. Lejyon is. (fr. Legion; lat legio’dan). I- Roma ordusunda askeri birlik.
II- Yabancı gönüllülerden veya paralı askerlerden  oluşan birlikler, yabancı lejyonu.
Alıntı: DICTONNAIRE LAROUSSE SÖZLÜK ANSİKLOPEDİSİ. MİLLİYET:1993-1994. CİLT:4. K/M. SAYFA:1515.
18 Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, IV. Baskı. İmge Kitabevi Yayınları 1994. syf:37,38,39
19 Doğan Avcıoğlu, I Cilt. Türkiye’nin Düzeni. dün. yarın bugün. Bilgi Basımevi -  ANKARA 1971 syf: 9
20 Doğan Avcıoğlu, I Cilt. Türkiye’nin Düzeni. Dün. Yarın Bugün.  Bilgi Basımevi -  ANKARA 1971 syf: 144
21 Şevket Süreyya Aydemir, İnkılap ve Kodro. Remzi Kitapevi
* Koloni:Bir devletin devletinin nüfusunün bir bölümünü yerleştirdiği, kendi ülkesinin sınırları dışındaki toprak- lar.
22 M.K ATATÜRK. Söylev ‘den seçmeler.1 baskı. Hazırlayan: Vecihi Timuroğlu, Yıl – 1996. Haziran, Tüze Yayınevi – ANKARA Syf  7
23 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottommore – Robert Nisbet. Hazırlayan: Mete Tunçay - Aydın Uğur Toplumbilim – Siyasetbilim / 02, II. BASKI, ANKARA – 2002 Ayraç Yayınevi,  syf : 33
24 Server Tanilli. Dünyayı değiştiren on yıl -  Fransız devrimi Üstüne – (1789 1799) . Cem Yayınevi Kültür Dizisi, IV. Baskı. Yıl 93 syf: 61-61
25 Server Tanilli. Dünyayı değiştiren on yıl -  Fransız devrimi Üstüne – (1789 1799) . Cem Yayınevi Kültür Dizisi, IV. Baskı. Yıl 93 syf: 60
* “Siyasi iktidar, sözleşmeyi ihlal ederse, sözleşme iptal - fesh  edilir.” (John Locke)
26 Toktamış Ateş,Demokrasi, Kavram, Tarih-Süreç   İlkeler .Ümit Yayıncılık. Ltd. V:Baskı. Ankara,1994,93
27 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore- Robert Nisbet. Hazırlayan : Mete Tunçay-AydınUğur. Toplumbilim-Siyasetbilim /02,II.Baskı. ANKARA,- Ayraç Yayınevi, syf 613
28 Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, syf; 658
29 Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, IV. Baskı. İmge Kitabevi Yayınları 1994..syf:169
30 Common Sense, 16, Aralık 1994. İtalyanca’dan İngilizce’ye Red Not Yayınevince, Riff-Raff, 1 Nisan 1993'ten çevrilmiştir. Çeviren: Özgür Gökmen Negri’nin makalesini İngilizce’ye çevirenin kullandığı kelime,"bileşiği meydana getiren, seçme hakkı olan, anayasayı değiştirme yetkisi olan" anlamlarına gelen constituenttır.
31  Atatürk’ün Gençliğe Hitebesi
32 T.C Anayasası  Madde 174 syf. 133. Ararat Yayınevi.
33 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: 35. Syf: 307 
34 Prof. Dr. Suna Kili Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: 35. Syf: 315,
35 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: Syf: 318.
36 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: 35 Syf: 348 , 349                                                             * Doğan Avcıoğlu, I Cilt. Türkiye’nin  Düzeni. dün. yarın  bugün.    Bilgi Basımevi - ANKARA 1971 syf:328-326-327-242
** Ateşi Çalmak, s:100,101 cilt 4 , 2. Basım , Galina Serebryakova
37 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: Syf: 358
38 Prof. Dr. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Türk Dil Kurumu 1981 “Bilim Dil Ödülü” 8. Baskı. Tarih Dizisi: Syf:364
39 özgür yayınları, yazar fikret başkaya, paradigmanın iflası, s 355
40 [Demirkan. Selahattin. Bir Milletin Yarattığı Lider. Musatafa Kemal Atatürk. Belge Yayınları İst - 1972
41 Mümtaz Soysal. Anayasa Giriş,  A-Ü Siyasal Fakültesi ANKARA
42 Mümtaz Soysal. Anayasa Giriş,  A-Ü Siyasal Fakültesi ANKARA
43 Mümtaz Soysal. Anayasa Giriş,  A-Ü Siyasal Fakültesi ANKARA
44 Faşizm: Geniş anlamda faşizm. Kapitalizmin dönüştüğü bütün diktatörlükleri içerir. İngiliz yazarı Pal- me Dutt, faşistlerin  kendi sistemlerini savunmak ve tanımlamak için başvurdukları “sınıf kavgaları üzeri- ne yükselmiş bir devlet” “başkalarına karşı ödevler, yüksek bir yurttaşlık duygusu”, kişi yararından önce kamunun yararı” gibi sloganları, faşizmin gerçek yüzünü örtmek için ortaya atıldıklarını ileri sürer. Dut- ta göre faşizm ilk ortaya çıktığı sıralarda yığınların desteğini sağlamak için, karanlık bir biçimde anti-ka- pitalist propaganda yapmışsa da gerçekte büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri, sermayedarlar ve sa- nayiciler tarafından desteklenmiş ve beslenmiş bir rejimdir., “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi. Gelişim Yayınları A.Ş. Levent - İstanbul. I. Baskı. 1975 -  II. Baskı 1987.  Cilt: 4.  syf; 771.”

45Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının  Ekonomi Politiği. “Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzeni’ne”, Türkiye İncelemeleri Dizisi- Belge Yayınları - İstanbul. I . Baskı. 1998 .syf: 143 
46 Ateşi Çalmak , Cilt 3, s 62,  Yazar: Galina Serebryakova
47 İnan A. Medeni Bilgiler ve M.Kemal Atatürk’ün el yazmaları. T.T.K. s:23-24. 1969
48  Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, IV. Baskı. İmge Kitabevi Yayınları 1994. syf: 186, 187, 188, 189
49 Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet, Doğu Perinçek, Kaynak Yayınları 73, III.Baskı.Yıl 96. syf: 217, 218
50 Kuvayy-ı Milliye yaşanilir bir toplum için, düşünce ve davranış bütünlüğü. İki aylık siyasi dergi (özel sayı:1)  kitap dizisi: 8  ocak- şubat 1998  syf :59
51 Ateşi Çalmak, syf:,100, Galina Serebryakova
52  TOPLULUK :Birincil ilişkilerin egemen olduğu...-birbirlerine duygusal bağlarla bağlı güçlü toplumsal ilişki lerin yüz yüze olması-..ekinin geleneksel ve türdeş olduğu kapalı yerel kümeler. (örn:tekkeler, aşiretler, tarikatlar , küçük köy grupları
53 TOPLUM :Belirli bir üretim biçimiyle belirlenen örgütlü insan topluluğu...-temel çıkarlarını gerçek- leştirmek için iş birliği yapan ve ortak ekini olan toplum-...büyük insan kümesi. (örn:sendika, parti, şe- hir grupları)
   Alıntı : ORHAN HANÇERLİOĞLU. TOPLUM BİLİM SÖZLÜĞÜ. BÜYÜK FİKİR KİTAPLARI Dİ- ZİSİ, 74.Yıl - 1996.  II. Baskı - İSTANBUL .syf: 375. Remzi Kitabevi
54 ORHAN HANÇERLİOĞLU TOPLUM BİLİM SÖZLÜĞÜ. BÜYÜK FİKİR KİTAPLARI DİZİSİ, 74. Yıl 96 - II.Baskı. İSTANBUL syf.375 Remzi Kitabevi
55  T.C Anayasası. Madde 2. Yıl 1992, ararat yayınevi,  syf: 4
56 Haluk Gerger, Türk Dış Politikasının  Ekonomi Politiği. “Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzeni’ne”, Türkiye İncelemeleri Dizisi- Belge Yayınları - İstanbul. I . Baskı. 1998 .syf:193-194
57 Fikret Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği IV. Baskı. İmge Kitabevi Yayınları 1994. syf: 195-196Ateşi Çalmak II. Cilt
 58  Ateşi   Çalmak II. Cilt II. Basım (Fırtınanın Ortasında) , Evrensel Basımevi, Galina  Serebryakova,  s, 488
59   Bir Söz Uçarılığı- Kültür -  Sanat – Edebiyat Dergisi. 4. Sayı. Haziran’ 98. syf: 34

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                             BÖLÜM. 1 KONU:  EMPERYALİST SALDIRININ İDEOLOJİSİ FAŞİZM; ve BU FAŞİS...